Kulluk Görevinin Bilinmesi

İslam’ın kendine mahsus yapısıyla yeniden yaşanması, yeniden hayat veren bir güç olarak insan hayatında yer tutması mümkün. Bu imkânın hiç kullanılmaması için yapılanlar Islâm’ı bir yönüyle ele alıp bütün olarak kurucu vasfını gizlemeye matuftur. Yaradılış itibariyle zayıf olan insan yeryüzü hayatı içinde birer oyalanma, birer avuntu olabilecek hedefleri zaman zaman İslâm’ın hedefleriyle karıştırıyor olabilir. Her ne kadar bu anlayış devamlı olmasa da hepimize vakit kaybettirir, kuşaklar boyunca birçok acıya sebep olabilir.

O halde ilk yapacağımız iş, İslâm’ın gerçek hedeflerini yanı yaradılışımızın, insan oluşumuzun sebeplerine matuf hedefleri tanımak olacaktır. Kulluk konusunda bize düşenin ne olduğunu anladığımız zaman İslâm’ın hedeflerini de açık seçik görebileceğiz.

Kaynak:

İsmet Özel-Taşları Yemek Yasak
Devamını Oku »

İslam'ın Hayatiyetine Bağlanmamız Gerekmektedir

İslâm’ı mevcut şartlara adapte etmek İslâm’dan uzaklaşmaktan başka sonuç vermez. İslâm’ın bir uyarlanma yolu olup olmadığını söylediğimiz zaman bazıları bir açmazla karşı karşıya olduğumuzu kabul edecek, öyle ya, Müslümanlar olarak Hıristiyanlaşmamıştır, Hıristiyanlık Avrupalılaşmıştır. Bu bakımdan Yahudilik Hıristiyanlıktan bir derece avantaj sahibidir çünkü Yahudiler dinlerini değil, kendilerini adapte etmişlerdir. Yani Musevilik, normları ve iç işleyişi itibariyle sabit kalmış, buna karşılık ve bir bakıma bunun temini uğruna Yahudi ferdler ve gruplar yeni doğan şartlara uyum sağlamışlar, kendi konumlarıyla Yahudiliklerini birbirinden ayrı telakki etmişlerdir. Netice itibariyle Yahudilik ve Hıristiyanlık yeryüzünde yalnızca birer mazeret ve bahane olarak varlıklarını korumaktadırlar. Bir din ve inanç olarak bütün canlılıklarım kaybetmişlerdir.

Eğer biz de İslâm’ı yeryüzündeki istifadeye açık imkânlar için bir mazeret ve bahane olarak algılayacak olursak dinimizin canlı özelliklerine darbe indirmiş oluruz. Gerçi İslâm’ı ölü bir din durumuna geçirmeye hiçbir mahlûkun gücü yetmez. Biz İslâm’ın hayatiyetine bağlanamaz isek, Allah bu bağı ika edecek yeni Müslümanlar halkeder.

Kaynak:

İsmet Özel-Taşları Yemek Yasak
Devamını Oku »

Terkedilen Meseleler

Gerçeğin ne olduğunu öğrenebilmek için insanların meselelerini de değiştirmesi bahis konusudur. Günümüz dünyasında olayların peşi sıra meselelerin de sık sık de­ğiştiği söylenebilir. Ama bütünüyle doğru bir tesbit ol­maz bu. Düşünce hayatındaki hareketlilik gerek batı ül­kelerinde gerekse bu ülkelerin ilkesiz taklitçisi olan Tür­kiye'de gerçeğin bilinmesi yolunda yeni meselelerle kar­şılaşıldığı için değil, yeni meselelerin cazib kabul edilme­si sebebiyledir. Yani köklerinden kopmayı marifet sayan günümüz insanının modaya uymak hususundaki heves­leri düşünce alanında da müessir olabilmekte.

Modaya uymaktan başka endişe taşımayan kadın, mevsim değişince üstündekileri atıp yeni kabul ettiği el­biseleri nasıl giyiniyorsa, adı aydına çıkmış insanlar da bazı şeylerin zamanının geçtiğine karar verip yenidir di­ye inandıkları meseleleri meşguliyet alanına dahil et­mektedirler. Yeni meselelerin ortaya çıkmasında gayri tabii sayılacak herhangi bir şey yok. Çünkü hayatın ha­reketliliği sürekli olarak uğraşılacak yeni meseleler do­ğuracak ve bu meselelerin çevresinde çalışmasını yürüten bilim adamları, sanatçılar ve meraklılar hep olacak­tır. Bu kadarına kimsenin itirazı olabileceğini sanmıyo­rum. Ama eğer insanların önlerine mesele olarak aldığı hususlar, bir sonuca bağlanabilecek olgunluğa ulaştırıl­madan yeni bir meseleye dalmıyor, mesele olarak alman husus hangi ihtiyaçtan doğdu ise o ihtiyaca olan rabıtası sonuna kadar muhafaza edilemiyorsa, o zaman değişen meseleleri ciddiye almakta zorluk çekeriz. Bilim ve felse­fede bir meselenin çözümü istikametinde katedilen yol yeni meseleler getirir. Oysa günümüzde meseleler ani­den doğuveriyor, hele ülkemizde bu iyice sürprizli bir oyun sanki. Türkiye'de meseleden meseleye atlanılması­nın, her mesele üzerinde ilk heves alınıncaya kadar an­cak durulmasının sebebi biraz her düşüncenin batı'dan alınmasına duyulan mecburiyet, biraz da ortaya çıkan her durumun batı ülkelerinden tamamen zıt bir mahiyet arzediyor olmasıdır. Bütün bunlar Türk aydınını düşün­celeri bakımından bir modasever yapmaya yetiyor

İsmet Özel, Zor Zamanda Konuşmak
Devamını Oku »

Şeriatın Kestiği Parmak Acımaz !

Türkçemizde "şeriatın kestiği parmak acımaz" diye bir söz var. El kesme cezasının hırsızlık karşısında uygulanan bir had olduğunu biliyoruz. Yine biliyoruz ki Osmanlı tarihi boyunca 600 yılı aşkın bir fıkhî tatbikatta recm ve el kesme cezalarının pek ender uygulandığı, çünkü tevbenin cezayı ıskat etmesi ilkesine/ "şüpheler sebebiyle hadleri düşürün" gibi hadislere uymanın bu dönemlerde dikkate alındığı kitaplarda yazılıdır. Beni asıl düşündüren "atasözü" nün, niçin "şeriatın kestiği el acımaz" olarak değil de "şeriatın kestiği parmak acımaz" ibaresiyle şekillendiğidir. Yoksa ceddimiz el kesmeyi pek uygulamadığı yetmezmiş gibi, uygulandığı kadarını da "parmak kesmeğe" mi indirgemiş? Tetkike değer.

Geleneksel toplumlarda hukukî normlar, o toplumu oluşturan insanların tabiatı uyarınca yeniden biçimlendi­ği gibi, iklim, beslenme şartları ve başka kavimlerle ilişkiler sebebiyle içine düşülen zaruretlere cevap verme­yi gözardı etmeksizin oluşur. Geleneksel toplumlarda hukuk düzenini gerektirecek temel motif "din" muhafa­za edilerek, hayat içînde bir esneklik ve seyyaliyat sağla­nabilir. Bu yüzden "şeriat" bir bakıma bütün topluluğun içten içe katıldığı, hatta onu kendi içinde bulduğu bir ya­pıya kavuşur. Bu yüzden şeriatın kestiği parmağın acı­mayacağına, çünkü bunun bir bakıma tedavi olduğuna inanılmıştır.

Toplumun geleneksel yapısı bozulduktan sonra ya­ni inanç ve bu inancın gerekli kıldığı yapılar sarsıldıktan, insan ilişkileri temel dinî motiflere uyularak düzenlen­mekten uzaklaşıldıktan sonra hâlâ geleneksel hukuk normlarının uygulanması toplumlarda zulmü doğurma­ya başlamıştır. Çünkü bu şartlarda toplumun işleyen tarafı ile bu işleyişi mümkün kılan tarafı arasında bir ko­pukluk doğmuştur. Böyle bir kopukluk hukuk alanında bir keyifliği de ister istemez getirebilmiştir. Zira yasaları anlamak ve onlara uymak bir bilmece haline gelmiş sayılır. Gücü elinde bulunduran, fiilî hakimiyetine mesnet olacak hukukî mazeretleri geleneksel normlardan rahatlıkta çıkarabildiği gibi, güçsüz olan, geleneksel normların (artık akıl dışı hale gelmiş) yaptırımları altında ezilebilir.

Bu karmaşıklığı gidermek için modern hukuk anlayışlarına geçilmiş veya demokratik temayüllerin tesciline başlanmıştır. Modern toplumların şeriatleri artık "din" kaynaklı değil, "akıl" kaynaklıdır ve bazı insanların isimlerini taşır "Code Napoleon" gibi. Aradaki zaman farkına ve getirdikleri kuralların kendilerine seçtikleri konular arasındaki uzaklığa rağmen "Napolyon kanunu" ile Cengiz yasasını" aynı ruh içinde görebiliriz.

Modern toplum artık geleneksel hukuk normlarına hiç yüz vermiyor. Fakat gariptir ki, insanların yine kolu, eli, kellesi kopuyor. 'İş kazaları" diyoruz bunlara. Acaba kadılarin verdikleri parmak kesme, kol kesme, kelle ko­parma hükümlerinin sayısını modern endüstriye geçil­dikten sonra iş kazalarında kopan kafalar, bacaklar ve  kollarla oranlarsak ağırlık hangi tarafta kalır dersiniz?

Geleneksel hukuk normlarına dönme heveslerinin  dünyada zaman zaman kabardığı bir gerçek. İlk bakışta bunun clumlu olduğu söylenebilir. Ama yanlıştır. Çünkü dönülmesi gereken geleneksel hukuk normlarını ortaya çıkaran dayanak, yani inançtır. Bu inançla birlikte  yaşama biçiminin yeniden canlanması, hayat bulması gereklidir. İnsan ilişkilerinin, üretimin, tüketimin, felsefî yaklaşımın "modern" kaldığı ortamda, suni bir "gele­neksel hukuk aşısı" uygulamak, zulümden başka bir so­nuç doğurmaz. Bu şeriatin başka bir şeraite "monte" edilebileğini düşünmek saçmadır. Şeriatin kestiği parmağın acımaması için o parmağın zaten önceden de şeriate ait olması gereklidir. Her insanın faydayı beklediği yapı da, zarar gördüğü yapı da "kendinin" olmalıdır''.

İsmet Özel, Zor Zamanda Konuşmak
Devamını Oku »

İnsan İle Tabiat

Söze "insanla tabiat arasındaki ilişki..." diye başlamak, bu sözü söyleyenin tümüyle batılı bir kafa yapısı sahibi olduğunu göstermeye yeter. İnsan ve tabiat ayrı­mı yapıldıktan sonra ister bu iki unsuru birbiriyle düşman isterse ahenkli bir bütünlük içinde kavrayınız Kar­tezyen düalizmin içine düşmüş olursunuz. Yani artık ka­fanız bu günkü batı bilimini bu yüksek noktaya getirmiş olan tarzda çalışmaya başlamıştır. Böyle düşünmekle yıl­dızlar arası seyahati mümkün kılacak bir gelişmeye, mikro organizmalar arası ilişkilere karışabilen bir güce erişebilirsiniz. Ama, "ben" ve "dünya" ayrımı yapmış ol­makla kaybettiğimiz huzurunuzu bir daha hiç bulamıya-caksınız.

17.yüzyılda, yani kapitalizmin şafağı dediğimiz çağda yaşamış olan René Descartes, batı biliminin hızla gelişmesini mümkün kılan düşünme metodunu getirdi: Ruh ve madde ayrımının uzantısı olarak, birbirinden ay­rı ve bağımsız iki alan kabul ediyordu Descartes. Bunlar­dan biri bilen, bilme işini yapan zihin (res cogitans) öteki de bilinen, bilmeye konu olan madde alemi (res extensa) idi. Kartezyen düalizm bilim adamlarına kendileri dışın­daki her şeyi ölü sayma, üzerinde deney yapabilme ruh­satı verdi. Bir tarafta insan vardı, bir tarafta ise tabiat.

Böyle bir ayrım yapınca tabiat nesnel, yani objektif ola­rak tasvir edilebilir, ölçülebilir, üzerinde değişiklik yapı­labilir bir kavram olarak insanların kafasına yerleşti. Yalnız bilim adamları değil, biraz mürekkep yalamış herkes tabiat diye bir soyutluk olduğuna, bu soyut varlı­ğın objektif bir tasvirinin yapılabileceğine inandı. Sanki bu tasviri "insan" gibi noksan bir varlık yapmıyormuş, Ölçüleri koyan kendisi de ölçüme tabi değilmiş gibi bir anlayış egemen oldu. Nitekim ateist hümanizm "ölçü koyan" insanı ölü tabiat karşısında en üstün pozisyona "tanrılık katına” yerleştirmekte tereddüt etmedi. Aynı şekilde, ateist hümanizmin anlayışı içinde kartezyen ka­fanın türettiği tabiat kavramı tanrısal yüklemi de üzeri­ne almış oluyor, "tabiat kanunu" sözü "âdetullah" kavra­mı yerine ikame ediliyordu.

Bugün modern batı bilimi kartezyen öncüllerle di­namizmini muhafaza edemiyor. İzafiyet nazariyesi, nük­leer fizik ve modern mantık alanındaki gelişmeler ben ve dünya İkilisiyle düşünmenin yanlışlığı, bırakılması, yeni düşünme biçimi alanlarına girilmesi gibi mesafeler katettirdi insanlara. Ama kartezyen mantığın yanlışlığı­na yine o mantığın sınırlarına ulaşmak suretiyle, evrenin mekanik açıklamasının yetersizliğine yine bu açıklama­ların kazanımları üzerinde hareket etmek suretiyle vardı insanlar.

Madem batı düşüncesi, teorisi, pratiği, şusu busuyla bizzat batılılar tarafından anlaşılmıştır da niçin batı batılı olmaktan vazgeçmiyor diye düşünülebilir. Nitekim, bu yolda yürünmüyor da değil. Bugün İslâm da dahil olmak üzre metropol ahalisi üzerinde doğu düşüncesinin gerek mistik gerekse rasyonel yollarla etkisi hesaba katılır ölçüde. Ama bir zıtlık, bir çatışkı yaşıyoruz bu alan­da. Batı düşüncesini terketmenin gerekliliğini görecek kadar kafası gelişen insanlar artık doğu düşüncesini be­nimseyebilecek saflığı, hayranlığı kaybetmiş oluyorlar. Doğu düşüncesini saflıkla ve gerekli hayranlığı elde tu­tarak kendi bünyesinde yaşatmaya hazır kafalar da müs­tevli batı zihniyetinin bütün zokalarını yutacak kadar te­dariksiz. Çünkü bütün boyutlarıyla yaşayan bir gelenek­sel çevre, külliyen tanıyabileceğimiz doğu atmosferi yok. Öyleyse kendimizi aldatmacaya kaptırmadan "bu belli şartlarda" ne yapılacaksa yapmaya girişmek, çağı­mızı göze almak zorundayız.

İsmet Özel, Zor Zamanda Konuşmak
Devamını Oku »

Yanlışın Değeri

Günümüz insanları iki yönden toplum tarafından yılgınlığa uğratılıyor. Bunlardan biri içinde yaşanılan sistemin gereklerine uymadığı takdirde mahvolacağı korkusu, öteki de içinde yaşanılan sistemin gereklerine uyduğu taktirde mahvolacağı korkusudur. İnsanlar bu korkulardan hangisini atmaya çalışırsa diğeri tarafından tehdit edilmektedir. İçinde yaşadığımız sistemin yaşama şartlarına, geçim usûllerine, eğlenme ve bilgi edinme yollarına rıza göstermezsek hayatımızı idame ettirmenin imkânsız olduğunu düşünüyoruz. Herkes gibi çalışacağız, herkes gibi para harcayacağız, herkes gibi besleneceğiz, herkes gibi seyahat edeceğiz, herkes gibi gazete okuyacak, herkes gibi okullara gideceğiz, herkes gibi giyinecek, herkes gibi toplumsal ilişkiler kuracağız. Bütün bunları tamtamına yapmayabiliriz.

Yani herkes bir işyerine bağlı olarak çalışırken biz yaptığımız elişini satarak geçiniyor olabiliriz. Yahut herkes konserve yerken biz yalnızca taze sebze ile besleniyor olabiliriz. Herkes tedavi için hastahanelere ve özel doktorlara giderken biz kocakarı ilâçlarıyla iyileşmeyi deneyebiliriz. Ama bir alanda başkalarından ayrılışımız bir başka alanda başkalarına aşırı bağlılık göstermemizi zorunlu kılabilir, kılar da. Çünkü bazı konularda herkesten ayrılabilmek için bazı imkânlara, özellikle malî imkânlara sahip olmamız gerekir. Mali alanda güçlü olabilmek ise sistemin herkesçe yürütülen düzenin aksamadan yürümesiyle mümkündür. Yani herkes herkes gibi olmazsa siz herkesten ayrı olamazsınız.

Önemli olan sizin kendi varlığınızı koruyabilmek için herkes gibi olmaya mecbur bırakıldığınızı hissetmenizdir. Toplum yapısının üzerimize saldığı birinci yıldırıcı kuvvet bu duyguda odaklanır. İkinci yıldırıcı kuvvet eğer herkes gibi olursak bir hiç olacağımız yolunda yine toplumca türetilmiş bir önyargıdan neş'et eder. Sizde herkeste bulunmayan birşey olmalıdır. Toplumda herkesten ayrı bir yeriniz olduğunu hissetmezseniz mevcudiyetinizi de hissedemiyeceğiniz duygusu toplum tarafından size aşılanmıştır. Bir statünüz olacak. Bu statüyü size ya para yahut bilgi veya herhangi bir sebeple elde ettiğiniz şöhretiniz sağlayacaktır. Bu yüzden herkes daha zengin daha bilgili, daha meşhur olmaya çabalar.

Çünkü herkes gibi olmak herkes tarafından yok sayılmak demektir. Bu yüzden insanlar hiç kimse tarafından farkedilmeksizin yaşamaktansa, herkes tarafından kötü gözle bakılan biri olmayı tercih edebilirler. Yani statünün müsbet olması şart değildir. İnsanlar hiç statü sahibi olmamaktansa, menfi bir statüyü benimsemeye hazırdırlar. İşte yanlışın değeri burada ortaya çıkar. Doğrunun bir insan için değerli olabilmesi ancak doğruya sahip çıktığı zaman kendine üstün bir yer elde ettiği zaman vardır. Eğer doğru davranmak hiçbir dikkat çekici özellik taşımıyorsa, insanlar yanlışın değerine daha fazla inanmaya başlayacaklardır. Eğer benimsedikleri yanlış insanları toplum içinde yer sahibi kılıyorsa, bu yanlışa daha çok bağlanacaklar bu yanlışın değerini gözlerinde büyüteceklerdir.

Nitekim ideolojik inatlaşmalarda yanlışa verilen değer büyük bir rol oynamaktadır. Çoğu insan belli ideolojileri bu düşüncelerde bulduğu üstün vasıflardan ötürü değil, söz konusu ideolojilerin kendilerine bir marka temin ettiğine inandıkları için el üstünde tutarlar. Bazı insanların elinden ideolojisini alırsanız onun kimliğini, kişiliğini de almış okusunuz. Altık o da herkes gibi olur. Herkes gibi olmak ise hiçin içinde erimek, yok olmak ve mahvolmaktır.

Demek ki insanlar bir taraftan içinde yaşanılan sistemin bir birimi olmadan hayat bulamıyacaklarına inanırken, Öteki taraftan da sistemin herhangi bir birimi oldukları taktirde hayatlarının ellerinden alınacağına inanıyorlar. Ancak dikkat edersek insanlar üzerine yüklenen bu iki yıldırıcı güç insanları sadeçe dış yüzleri ile hesaba katan anlayışın hakim olduğu ortamda yıldırma imkânına sahip olabilir. İnsanları iç dünyaları bakımından önem sahibi sayan anlayış içinde bu yaklaşımlar ne kuvvet kazanabilir ne de yılgınlık doğurma fırsatı bulabilirler.

İsmet Özel, Zor Zamanda Konuşmak
Devamını Oku »

Kaideler İstisnaları Bozar

Gerek bilimde, gerekse sosyal hayatta konulmuş kaidelerin her zaman istisnaları olagelmiştir. Kaidelerin, kuralların savunucularının bu istisnaların önemini kü­çültmek, etki alanlarını daraltabilmek için eskiden beri.

istisnalar kaideleri bozmaz" şiarını baştacı ettikleri bilinir. Oysa kaide, hatta kanun olarak kabul edilen, bü­tünün yapışma uymayan farklı unsur veya olay bir kai­denin, kanunun mahiyetinin yeniden düşünülmesini zo­runlu kılar.

Eğer bir kuralın istisnası varsa, o kuralın geçerliliği yeniden tartışılmak gerekir. Nitekim, bilimde­ki, özellikle pozitif dedikleri bilimlerdeki yasalar istisna­larla karşılaşır karşılaşmaz yeniden düşünülmeye değer bulunmuş ve istisnanın da içinde yer alabileceği yeni bir kaidenin teşkili, elde edilmesi yoluna gidilmiştir. Eğer bir olay önceden bilinen kaideler gereğince cereyan et­memişse, ortaya çıkan bir sonuç kabul edilen kanunların çerçevesi içinde açıklanamıyorsa o zaman olayın ve sonucun varlığından değil, onun niçin gerçekleştiğini açıklamakta aciz kalan kaidenin ve kanunun geçerliliğinden şüphe etmek pozitif bilimlerin şanındandır. Bu durumda istisnalar kaideleri bozmaz demek, gerçekleri değil insan vehimlerini savunmak anlamına gelir. Öyle ise "istisnalar kaidelerin mezarıdır" sözü daha doğru bir yaklaşım sağlar demeliyiz. Çünkü bilimdeki bütün yeni buluşlar karşılaşılan istisnanın sebebini bulmak gayretiy­le girişilen zahmetlerin sonucu olmuştur. Gerçi varılan sonuç daha sonra yeni bir kaide, yeni, bir kanun kabul edilmiştir, ama her yeni kanun ancak kendi istisnasıyla karşılaşıncaya kadar güçlü bir açıklama sunabilir insan.

Sosyal hayâttaki kaideler, bilimde kabul edilen kanunlardan elbet farklı mâhiyettedir. Toplum hayatının  kaideleri örf, âdet ve alışkanlıklardan örülüdür. Toplum  kaidelerinin dışına çıkmak ancak suç işlemek, namussuzluk etmek, töreyi bozmak şeklinde olur.Bu bakımdan istisnaların ‘’toplum kaidelerini bozanlar’’ şeklinde anlaşılmaları imkânsızdır. Toplum hayatında istisna, üs­tün bir yetenek, keskin bir zekâ, derin bir duyuş sahibi kimse olarak kabul edilmesi gerekir.

Eğer bir toplumda suç kaidelere uygun olarak işlenebiliyorsa; namuslu ol­mak özü boşaltılmış bir kaide biçiminde kabul ediliyor­sa; töre, şeklin muhafazasıdır, diye anlaşmıyorsa o zaman istisnaların kaideler tarafından bozulmaya mahkûm olduğunu söyleyebiliriz. Madem ki "istisna" denilen kişi bir toplumdaki üstün yetenekli, parlak zekâlı, derin duyuşlu insandır, kaidelerin yeteneksizi, budalayı ve duygusuzu esas unsur kıldığı ortamda üstün vasıftakiler zarar göreceklerdir. Birinci ihtimal üstün vasıflara sahip kimsenin bu vasıflarını toplum kaideleri uyarınca işe koşmasıdır. Bu şüphe yok ki istisna sayılan kişinin ruhça bozulması sonucunda başarılabilecek bir şeydir. Bir fırsatçı, bir sahtekâr olmadığı sürece hiçbir insan kaidele­rin ancak suçu ve namussuzluğu koruduğu bir ortamda gerçek üstünlükteki vasıflarını kullanamıyacaktır. İkinci ihtimal "istisna" vasıflara sahip bir insanın hiçbir etkin­lik gösteremeyişidir. Bu ise onun ortalama yetenekte, orta zekâda ve orta duyarlıktaki herhangi bir insandan çok daha fazla acı çekmesi demektir. Sıradan olamıyacak kadar vasıflı, sıraya giremiyecek kadar da üstün nitelikli­dir.

Katolik papazlar Galileo'nun yaptığı teleskoptan Ay'a, Venüs veya Jüpiter gezegenlerine bakmayı reddet­mişler. Çünkü papazların anlayışlarına göre Allah'ın yarattığı kâinattaki güzellik ve ahengi görmek için bu usul uygun değilmiş. Yani bu papazlar bir kaide koy­muşlar ve Galileo'nun getirdiği istisnanın kaideyi boza­cağına inanmışlar. Oysa bugün, o günkü istisna kaide olmuştur ve Galileo'dan kalkan modern bilim öyle yerlere gelmiştir ki çıplak gözle Ay'a bakmak, yıldızları sadece yıldızlar olarak görebilmek istisnadan sayılmak­tadır. Dünkü istisna kaideyi bozdu evet ama, bugünkü kaideler de istisnayı bozuyor. Çağdaş bilim çok temel bazı gerçekleri söyleyenleri beyin ameliyatlarına, elekt­roşoklara sürüklüyor. İstisnalar alkolizmin, beyaz zehirin, şiddetin eline teslim ediliyor. Kaideler sağlamlaştık­ça istisnalar çürüyor, bozuluyor.

İsmet Özel, Zor Zamanda Konuşmak
Devamını Oku »

Müslüman, Zalimden Değil Mazlumdan Yana Olur

Müslümanların zalimden değil, mazlumdan yana oldukları kesin, açık, su götürmez bir gerçektir. Mazlumdan değil de zalimden yana ortaya konulan her davranış gayr-i İslâmî’dir. Bu konuda kimsenin kem küm etmesine ne ihtiyaç vardır, ne de inancının sorumluluğunu yüklenmiş Müslümanlar tarafından bu safsatalı gerekçeler dinlenilmeye değer bulunabilir.

Bütün mesele neyin zulüm olduğunun tesbitinde galiba. Kur’ân bu hususu da açık seçik dile getirmiyor mu ?

İsmet Özel-Taşları Yemek Yasak
Devamını Oku »

Cehaletten Kurtulmanın Yolu

Cehaletten kurtulmanın yolubazı şeylerin cahili olmaktan geçer.Müslüman olarak bizi cehaletten kurtaracak olan lehimizde ve aleyhimizde nelerin bulunduğunu bilmemizdir.Bu bilgilere varmak için  başka bazı bilgileri dışarıda bırakmak kaçınılmazdır.Tıpkı kafirlerin küfr içinde kalmak için İslam’dan taviz habersiz olmaları gibi.Biz neyin lehimizde neyin aleyhimizde olduğunu İslam dışı sistemlerin kabullerinden öğrenemeyiz.Öyleyse bu kabulleri anlamamak cehaleti geride bırakmada eşanlamlıdır.

İsmet Özel, Taşları Yemek Yasak
Devamını Oku »

Protein ve Hürriyet

Hıristiyan çileciliğine karşı çıkan lâik batı düşüncesi, önce hürriyeti övdü; insanın dünyada ahenkli ve birbirine zulmetmeden yaşamasını değil,onun kendi dışındaki hiç bir şeye boyun eğmeksizin"hür" olmasını, felsefi manâda kendini gerçekleştirmesini, bünyesinin ve çevresinin bütün iplerini eline alma kavgasını övdü. Ferdin hürriyet kavgası önce dünyevi yüksek idealler, kimilerinin burjuva değerler dediği idealler uğruna oldu. Pro-testan ahlâkı dünyevi idealler ile uhrevi idealleri aynı anlamda kullanmayı kolaylaştırdı. Bu dünyada zengin ve kuvvetli olmak Tanrı'nın o insanı öteki dünyada da "seçtiğinin" işaretiydi. Burjuva değerler zirvesine Napolyonla ulaştı. "Napoleon Bonaparte",imparatorluk tacını Papa'nın elinden giymedi.Napolyon Papa'nın elinden imparatorluk tacını alıp kendi elleriyle kendi başına kondurdu. Asalet benimle başlıyor dedi Napolyon. Bu hüküm Hıristiyanlığın yüzyıllar boyunca tutunduğu değer-lerin yerine "hür" insanın değerlerinin geçtiğinin nihai timsali idi.

Sonra sınıf kavgasının hürriyete giden yolu açtığını, yahut hürriyete sınıf kavgasından geç-meksizin varılamayacağını söyleyenler oldu. Ro-mantizmin açtığı sınır tanımaz atılımların disipline sokulması gayretiydi bu. Hürriyet adına ağzını açar açmaz zincir şakırtılarıyla ortalığı çınlattığı için gerçek ve tartışmasız bir siyasî temsilci bulamadı bu düşünce, ama geniş insan yığınları için küçük küçük Napolyonlar çıkardı. Lenin, Mussolini ve Hitler gibi isimler sayılabilir bu meyanda. Ama daha yüzlerce,hatta binlerce ufak Napolyon gördü son asırlar. Buufacık Napolyonlar dünyayı, kâinatı fethettikleri vehmine kapıldıkları oranda ruhlarının parti teşkilâtları, siyasi mafevkleri, teoriler, sosyal kuruluşlar tarafından gaspedilmesine gönüllüce rıza gösteriyorlardı.Dünya değişti. Dünya, yeryüzünde hüküm süren düzenlerin insan elinde öz itibariyle değişikliğe uğratılamayacağının anlaşılacağı kadar değişti.İnsanlar kendi niyetlerinden kalkarak hep aynı noktaya varacaklarını anladılar. Felsefi manadaki hürriyetin bir avuntu olduğunu bir çok acılardan maddi çerçevenin kendi üzerlerinde kurduğu zu-lümden, kişi putlarının onları sahte şafaklara ulaştırmasından sonra anladılar. İnsan hakları, in-sanın kaslarının güçlü ve sağlam olmasıyla aynı anlama gelmeye başladı.Üstelik bu anlamın ayrıca anlaşılacak bir tarafı yoktu. Doymak, protein almak, herkesin protein al-ması, çok protein almak meselesine geldi dayandı insanlık.

Bir tarafta iyi protein almış insanların başka iyi protein almış insanlarla olan mücadelesi sürerken öteki tarafta proteinsiz olanlar hangi protein almış kuvvetin yanında yer alırlarsa daha çok protein alabileceklerini hesaplıyorlar.Rönesansla hızını artıran insan övgüsü ve hürri-yet merakı insan aklının verimlerine karşı da heye-can uyandırıyordu. Bu dönemin kiliseye karşı ih-tilâlci düşünme tavrı gide gide düşünceyi bilgisa-yarların kesin ve kaçınılmaz emirlerine bıraktı.Artık hürriyet demek, sağlıklı olmak demek.Doğru yol, daha iyi beslenmiş olanın tuttuğu yoldur.Bundan böyle insanların kalitesini atlar gibi onlarında dişlerine bakarak anlayacaklar belki. Dün Hitler'in soya dayanan, metafizik bir ırkçılığı varidiyse şimdi de yine ırka dayanan ama ırk farkını gözetmeden materyalist temele sahip bir ırkçılık yaygın.

Beden sağlığının bütün manaları aşan kuv-vete sahip olduğuna dair itikat bütün insanları sardı.Düşünen insanlar hayatın bir ekmek kavgası ol-duğuna inandıklarını ifade ettikleri için hayatın bir ziyafet olması gerektiği düşüncesini kimse önleye-medi. Doymak daha çok doymak için kuvvet topla-mak demek. Hür olmak daha çok hür olmak için bir fırsat sayıldığı gibi, ya Avrupa'nın 16. yüzyıl insanı protein kelimesini bilmediği için işin başında ağzından sehven "hürriyet" kelimesini çıkardı, yahut günümüz insanı faydalı olan herşeyin adı ortaktır düşüncesinden kalkarak proteine hürriyet diyor

İsmet Özel, Taşları Yemek Yasak
Devamını Oku »

Bir Sabah Alışverişi

Bir sabah Bahauddin Nakşıbend elinde büyük bir sırıkla Buhara'nın en büyük çarşısına vardı. Çarşının ortasında haykırmaya, naralar atmaya başladı. Böylesine şöhretli ve itibar sahibi bir kimsenin meydanda bağırıp çağırması herkesi çok şaşırtmış, acaba neler oluyor endişesiyle insanlar Nakşıbend'in çevresinde toplanmaya başlamışlardı.

Yüzlerce insan toplanmış ve bu durumu neye yoracaklarını, bu bilge kişinin davranışı hakkında ne düşünüp ne yapacaklarını bilemez haldeyken Bahauddin elindeki sırıkla satıcıların sergilerini devirmeye, tezgâhları kırmaya, esnafın barakalarını yıkmaya girişti. Bu öfke dolu ve anlaşılmaz davranışını bütün çevresinin meyveler, sebzeler ve mallarla dolup kendini kımıldatamayacak hale getirmesi zamanına kadar devam ettirdi. Sonra da sakince evine çekildi.

Buhara Emiri derhal Bahauddin'in evine bir temsilcisini gönderip vakit kaybetmeden yaptıklarının hesabını vermek üzere Kadı'nın huzuruna gelmesini bildirdi. Bahauddin bu temsilciye şunları söyledi:

"Mahkemede bütün fıkıh âlimleri, ileri gelen vükela ve vüzera, ordu komutanları ve şehrin en önemli tüccarları hazır bulunsun".Emir, danışmanlarının da düşüncesine başvurarak Bahauddin'in delirdiği kanaatine vardı. Onu Bimarhâne'ye kapatma kararını vermeden önce, kendisine bir şans tanımak ve âdil bir neticeyi hâsıl edebilmek kaygısıyla emredip Bahauddin'in mahkemede hazır bulunması isteğinde bulunduğu makam sahibi kişileri çağırttı. Herkes toplandıktan sonra Bahauddin yargı yerine girdi.

"Bahauddin Hazretleri" diye söze başladı Emir, "şüphem yok ki burada niçin bulunduğunuzun farkındasınızdır. Ve bizlerin de bu toplantıyı niçin gerçekleştirdiğimizi biliyorsunuz. O halde lütfediniz ve söyleyeceğiniz ne ise onu bize bildiriniz." Bahauddin Nakşıbend'in cevabı şöyle oldu: "Hikmetin bab-ı Âli'si! Herkes bilir ki bir insanın davranışı onun kıymetinin de bir işaretidir. Fakat bugün öyle bir noktaya geldik ki bir insan iç dünyasında vasıl olduğu makam ne olursa olsun, kendi kıymetini belirtebil­mek için belli bir davranışta bulunması yetmiyor. İnsanlar iç dünyalarındaki zenginliği dışa vurmak, kendi kıymetlerinin ortaya çıkmasına ve taktir edilmesini sağlamak için fazladan bir şeyler yapmak ihtiyacını duyuyorlar. Buna mukabil, eğer bir insan kötü, çirkin bir davranışta bulunursa, onun yaptığının kötü ve çirkin olduğu­nun anlaşılması için fazladan bir kavrayış gerekli olmuyor."

Emir, "Bizlere öğretmek istediğini henüz yeterince anlayamadık" deyince Bahauddin Nakşbend, şunları ekledi:  "Her gün, her saat, her insanın içinde Öyle düşünceler ve öyle tatminsizlikler beliriyor ki, eğer bir yolunu bulacak olsalar, bu insanların hepsi, benim bu sabah çarşıda yaptığım işe benzer bir davranışı ortaya koyacaklar. Benim sizlere öğretmeye çalıştığım şudur ki, insanların birbirlerini anlamakta gösterdikleri noksanlıkların sebeb olduğu bu düşünce ve tatminsizlikler tek tek bütün insanlar üzerinde olduğu kadar cemaatimiz üzerinde de yıkıcı ve geriletici tesirler icra ediyor. Anlayışsızlıktan doğan bu tahribat belki benim çarşıyı harab edişimin seviyesindedir ve belki de daha fazladır". "Öyleyse" diye sordu emir, "nedir meselenin çözümü".

"Çözüm" diye cevap verdi Bahauddin Nakşıbend hazretleri, "insanların iç dünyaları itibariyle terakkilerinin sağlanmasıdır. Onların kaba ve yıkıcı tavırlarını müesses alışkanlıklarla önlemek, bastırmak ve eğer kabalık ve tahripkârlık göstermiyorlarsa onları takdir etmek çözüm değildir".

İşte sizlere, sevgili okuyucular, çoğumuzun belki en önemli meselesine de çözüm olabilecek bir yaklaşım aktardım. Bugün özellikle batı dünyasında bu vakıaya konu olan mesele felsefeyi olduğu kadar, hekimliği, eği­timi, toplum yönetimi alanlarını da meşgul ediyor. Fakat besbelli ki ciltler dolusu kitap yazmak da, bunları okumak da arzulanan neticeyi hasıl etmeye kâfi gelmi­yor.

İsmet Özel, Zor Zamanda Konuşmak
Devamını Oku »

İnsanın Şerefi Ne İle Ortaya Çıkar?

İnsanın şerefi kendisi için çizilmiş sınırları aşabileceği halde bunu yaratılmış olan her şeyin selâmeti uğruna yapmayışıdır. Kâinatın ahengini bozma gücü yaratıklar arasında yalnızca insandadır. Ademoğlu bu gücü şuurlu bir tutumla kullanmayarak kâinatın ahengine katılır. Kâfirler, münkirler şöyle düşünür: İnsan madem nizam harici olabiliyor, kâinatta kurulmuş düzene menfî yönde tesirlerde bulunabiliyor, yani yasakları çiğneyebiliyor; öyleyse kendi mantık mekanizması içinde bir İnsanî düzen kurulabilir, kendi özlem ve istekleri doğrultusunda bir nizam ihdas edebilir. İşte bu yaklaşım insanı şerefinden mahrum edecektir. İnsanın şerefi gururda, tekebbürde, iktidar hevesinde değil takvada yatar. Takva ise sakınmadır. Ama nasıl sakınma? Gücü yetmediği için, beceremediği için, üstesinden gelemediği için sakınma değil; güçlü olduğu halde, başarabildiği halde, elinden geldiği halde Allah’ın kendi hayırlarına olsun diye insanlar için koyduğu yasaklara uzanmaktan sakınmadır. Hadımları zina yapmıyorlar diye, dilsiz insanları küfretmiyorlar diye şerefli sayamayız. İnsanın şerefi kâfir olmamayı seçebilecek şuuru göstermedeki dirayetidir.

Bununla birlikte, insanın yeryüzündeki konumunu, haddinden fazla idealize etmemek daha doğrudur. Çünkü günahlar da insan için. Esasen müslim ve mü’min olmanın değeri insanın hiç ayağının sürçmemesi, hataya düşmemesi değil, ayağının sürçtüğünü anlayabilmesi, hataya düştüğünü görebilmesinde saklıdır. Yani insanın kulluğu aklını kullanabildiği bir alanda gerçekleşebilen canlı, hayatiyete sahip bir durumdur. Bu canlılık, bu hayatiyet içinde insan kendisine verilen emanete yaraşan bir tavrı ortaya koyar.

İsmet Özel, Taşları Yemek Yasak
Devamını Oku »

Hayatın Anlamı Kulluktadır

Hayatın Anlamı KulluktadırHayatın anlamının kullukta bulunduğunu söylediğimiz zaman böyle bir kavramla ilk karşılaşanlar neyi açıkladığımızı bilemiyorlar. Çünkü modern toplum içinde aldığımız resmî ve gayr-i resmî eğitim insanın özüne yönelmeyi değil, kabuğunu korumayı gözetiyor. Bir bakıma böyle sağlam kabuklu insanlar “hayatın anlamı” gibi bir meseleyi kulak arkası ederek yaşamanın mümkün, giderek kaçınılmaz olduğu görüşündeler.

Biz Müslümanlar kâinatta bulunan her nesnenin Allah'a kulluk etsin diye yaratıldığını Kur’ân-ı Kerîmden öğreniyoruz. Yani var olan her şey Allah’a kulluk etmek üzere, kulluk ettiği için “var. ” Kulluğun hiçbir tartışmaya yer vermeyecek bir tarzda yürürlükte olduğunu en kaba gözlemlerimizle bilim dilinde inorganik veya cansız madde dediğimiz yaratıklarda görüyoruz. Arapçada “cemâdât” adı verilen cansız varlıklar bütün hareketlerini kendi dışlarındaki kuvvetlerin etkilerine borçludurlar. Yüksek bir yerden bırakılan taş düşer, belli ısı sağlandığı zaman maden erir, duman yükselir, su akar, dalgalar yayılır ve ila âhire... Cemâdâtın yapısında kendisi için konulmuş şartlara müdahale edecek hiçbir özellik yoktur. Cansız adını verdiğimiz varlıkların en belirgin özelliği Allah’ın kâinatın deveranı için koyduğu kurallara mutlak mânâda itaattir. Allah’a kul olmalarından sapmaları için küçük bir ihtimal dahi yoktur. Hava hava olmakla, ateş ateş olmakla, toprak toprak olmakla, su su olmakla şehadetlerini eksiksiz yaparlar. Bütün yönetimlerini Allah’ın kendileri için koydukları kurallara bırakmışlardır. İsyan ve inkâr etmeleri veya asıllarını unutmaları biz insanlar tarafından düşünülemez. İstikametlerini şaşırmaları diye bir olay sözkonusu olamaz. Cemâdât aralıksız ve katışıksız ibadet halindedir.

Demek ki kulluğu, yani ibadeti Allah’ın bizim için koyduğu kanunlara mutlak itaat biçiminde anlamamız gerekiyor. Hayatın anlamı kullukta bulunuyorsa bizim “cansız” dediğimiz yaratıkların anlamı kendi varlıkları içinde bulduklarını söyleyebiliriz. Cansızların varlıkları anlamlarından ibarettir. Bir taşın varlığı kaybolmadıkça anlamı da kaybolmaz. Bir taş kulluğunu terkedemez, çünkü anlamını terk edemez.

 

İsmet Özel,Taşları Yemek Yasak
Devamını Oku »

Bati Medeniyeti Kendisine Olan İnancını Kaybetti

Bati Medeniyeti Kendisine Olan İnancını KaybettiGünümüzde Bati medeniyeti kendi üstünlüğüne dair inancını kaybetti, ama bu üstünlükten elde ettiği karları elinde tutmak istiyor yine de. Buna karşılık hâkimiyeti altındaki ülkelerde geçen yüzyıla ait inançlar çoklukla gücünü koruyor. Çünkü Batı hâkimiyeti altındaki ülkeler Batı’nın elde ettiği kârların peşine düştüler. Yani günümüzde bir bakıma Batı medeniyetini Batılı olmayan kavimler korur ve savunur duruma geldiler.

Nedir Batı’da modası geçen ama esir milletlerin benimsedikleri bu inançlar? Bu inançların başında insanlığın bir ilerleme içinde olduğunun kabulü yer  alıyor. Batı’yi Batı yapan temel anlayış tabiatta ve insan toplumlarında basitten mürekkebe, ilkelden mükemmele, kötüden iyiye, felâketten saadete, karanlıktan aydınlığa doğru kaçınılmaz bir ilerleme olduğu anlayışıdır. Batı medeniyeti bu ilerlemenin son safhası olduğuna göre henüz karanlıkta ve ilkel olan bütün diğer kültürler Batı üstünlüğü karşısında önemsiz bir yere sahiptir. Bu inanç içindeki insanlar kendi kültürlerinin tahribine, yaşama usûllerinin yok olmasına direnmedikleri gibi, ilerleme adına yangına körükle gittiler.

 

İsmet Özel,Taşları Yemek Yasak
Devamını Oku »

Türkiye'de Batılılaşma

Türkiye'de BatılılaşmaŞimdiye kadar denediğimiz yol Batı’yı muktedir kılan usûl ve hayat biçiminin bizi de güçlü kılacağına inanmamızdı. Yani bir bakıma biz Bati’nın tasallutundan kurtulmayı değil, onun gibi icbar edici bir kuvveti elde bulundurup muktedir olmayı hedef olarak seçtik kendimize. Bu yüzden Batı bir şey yaparken, ona bakarak bir şey yaptık biz de. Yaptığımızın aynı şey olması mümkün değil. Ancak, onunkine benzer bir şeydi. Bu yönüyle değerli olması mümkün değildi. Batılılaşma çabasına ilk adım atanların safîyane bir hülyaları vardı. Bazı tedbirler alarak dünya hâkimiyetini paylaşanlar arasına kalmak. Bu hülya bugün bizim dünyadaki güçler merkezinden daha çok uzaklaşmamızı temin etti.

Eğer amacımız şahsiyetimizi kazanmak, Müslüman hüviyetimizin değerine kavuşmak ise bu yolla bir kurtuluşun kurtuluş olduğuna inanıyorsak,iki yüzyıl boyunca yapmaya çalıştığımızın dışında bir şeyler yapmamız kaçınılmaz.

İsmet Özel,Taşları Yemek Yasak

 

 
Devamını Oku »

Türkiye Düşünce Dünyası'nın Sönüklüğü

Türk Düşünce Dünyası'Türk düşünce hayatının günümüze kadar uzanan sönüklüğünün ilk ve temel sebebi onun Batı düşünce hayatı karşısında tâli bir yeri kendine yakıştırmış oluşunda bulunabilir. Yani Türkiye’de Batı düşüncesi ne temessül edebilmiş, ne de özgün yapı içinde bir yere oturtulabilmıştir. Fakat bu asıl sebebin yanısıra veya onu en çok besleyen tutum olarak Türkiye'de insanların düşünce dünyasında kendilerinin nasıl bir yer tuttuklarını bilmek istemeyişleri, bildikleri zaman da kabullenmekten ve belirtmekten kaçınmaları gösterilebilir.

Türkiye’de düşünceleri dile getirmenin özgün biçimini bulmak onun İslâm’la ilişkisini keşfetmekle mümkündür. Bu ilişki onunla zıtlaşmak biçiminde dahi otsa bir düşüncenin Türkiye’deki özgünlüğünü temin edecektir. Türkiye düşünce hayatının sahteliği en başta Batı ifade biçimlerinin alabildiğince özgün olduğunun kavranamayışındadır. Son yirmi yılda Batı düşünce hayatında bilimin ne ölçüde o bilimi yapan kişiye bağımlı okluğuna dair tanışmalar (Thomas Kuhn, Michael Bolanyı ve Gerald Holton’un çalışmaları) Türkiye’deki aydına ulaştığı zaman bile yeterli uyarıcı etkiyi yapamıyor. Çünkü bugüne kadar Türkiye’de düşünce dünyasının iktidarını ellerinde tutan zümre ikinci sınıf düşüncede kaldığı halde, yani Batı düşüncesi önünde uşaklığı kabul ettiği halde kendi ülkesinin halkı önünde birinci sınıf insan olma imtiyazını maddî ve manevî boyutlarıyla yaşamıştır. Şimdi efendisinin düşüncesinin “keyfî" olduğunu anlamak ona zor geliyor. Bizim patronun bir bildiği var mudaka diyerek avutuyor kendini.

Türkiye düşünce dünyasına uşak olarak değil de öğrenci olarak girebilmiş olsaydı hem öğrenciliğin sona erdiği bir zaman gelecek, hem de bütün öğrendiklerini kendi özgün düşünce sistemi içinde bir yere oturtabilecekti.

 

İsmet Özel,Taşları Yemek Yasak

 
Devamını Oku »

Hakikate Yönelen ve Bâtılı Savunan İnsan

Hakikate yakın da olsa uzak da olsa insanlar için"yokluk" bedenin biyolojik bütünlüğünün ortadan kalkmasıyla değil, bu dünyanın havasını solurken, suyunu içer, ekmeğini yerken de yapayalnız kalmakla, böyle bir yalnızlıktan duyulan korkuyla başlar. Doğru da düşünse, yanlış da düşünse insanlar hayatlarından boşluğu kaldırmaya çabalar kendilerinde bulunanı geçirmek isterler. Kendilerinde hissettiklerini kendilerinden başkasına iletmeme durumu insanda hiçlik korkusu yaratır. Hiçlik ise güvensizliğin, boşluğun hakimiyeti demektir.İşte bu güvenlik ihtiyacı sebebiyledir ki birçok insan içinde taşıdığı hakikat duygusunu bastırıp,bunun yerine "paylaşılabilir" bir bâtıl görüşü öne çıkarır. Günlük hayat içinde yürürlükte olan yanlışlar eğer onlara tahammül gösterilemeyecek olursa gerçeklik duygusuna titizlikle sahip çıkan insanı yalnız bırakabilir. Çoğu durumlarda insanın paylaşabildiği şey yanlıştır.

Doğruya yanaştığı taktirde yalnız kalması büyük ihtimaldir. Yalnızlık ise kolay göze alınabilir bir durum değildir. Çoğu zaman yanlış olandan duyulan tedirginlik, bölüşme duygusunun sıcaklığı tarafından örtülür. Böylece yanlış haklılaştırılır, insanoğlu savunma duygusu içinde boğulur gider. Büyük hakikat parlayışları, genel kabullerin yanlış saydığını paylaşan bir odak ortaya çıktığı zaman mümkün olmuştur. İnsanoğlu henüz ilkel teminatlar duygusundan kopamamışsa, yüce ve gerçek teminatlara (daha doğrusu yüce ve gerçek olan yegâne teminata) elini sunamayacaktır. Allah'a ve yalnızca Allah'a güvenmek bir iç terbiye işidir. Böylesi bir teminat Hakk'tan atâdır.

Bunun yanı sıra hakikatle yalnızlığın zıtlaşmasında ikinci bir merhaleyi söz konusu etmeliyiz. Hakikate doğru yol alan insan, bu yolculuğa girişmiş başka insanlarla aynı istikamette yürür. Hem yalnızdır, hem ötekilerle birliktedir. Böylece, bir yandan insanî zaaflarından ötürü muhtaç olduğu güvenlik alışverişine bir cevap sağlamış olur, bir yandan da bu güvenliği bir sığınma, bir bağımlılık haline sokmadan kendi yolunda ilerleyebilir. Yani, hakikate yönelen insan ve insanlar hem yaygın (kulların dayanışmasıyla mukayyed) bir güvenceye (teminata) hem de derin (kulun Yaratıcı'dan istediğiyle mukayyed) bir güvenceye kavuşurlar. Dahası da var:
Yaygın dediğimiz güvence derin olana, derin dediğimiz güvence yaygın olana açıktır.Günümüz dünyasında bâtılın ön plâna çıkışı insanların paylaşma güvencesine herşeyden çok önem vermeleri yüzündendir. Eğer doğrudan hakikate yaklaşma göze alınabilseydi, hakikat onu şüphe yokki koruyacaktı.

İsmet Özel, Taşları Yemek Yasak
Devamını Oku »

Müslüman İçin İnsan Olmanın Anlamı

Müslüman İçin İnsan Olmanın AnlamıMüslüman için insan olmanın anlamı, Allah’ı tanıma imkânına bağımlıdır. Yani insan olmak belli bir kavrayış bölgesinin oluşmasıyla ilgili.Kartezyen anlayış insanı beden ve zihin olarak ikiye bölmüştür. Böylelikle kavrayışı “zihne” münhasır kılmak zorunluluğu ile karşı karşıya kalmış “batılı” insan. Zihin kendine “değer” ve “anlam” türetmeye başlamış böylece. İnsan dediğimiz mahlûk kendi anlamını bir yerlerde arayadurmuş hep. Bu arama faaliyeti içinde Allah’tan başka güçleri kural koyucu, boyun eğilmeye değer kabul ettiği durumlarda kâfir olmuş.

Bazen kendi aklının, bazen bir sistemin işleyişinin, bazen “ilke”lerin kendine anlam kazandırdığını sanmış. Bu zann’larıyla ateşe düşmüş derhal. Vehimlerini terk etmediği sürece, yanmamak için gösterdiği her çaba onu tehlikeye daha fazla yaklaştırmış, dinmeyen bir çırpınış içine düşmüş. Oysa mü’min kendi yetenek ve zekâsını kul olma bilinci seviyesinde kullanmakla “emin” bir bölgeye varmış, tatminsizliklerin ateşinden kendini uzak tutabilmiş tir. Tabiat Müslüman için vasıfları sabit bir nesneler bütünü değil, özelliklerine her zaman daha fazla nüfuz edilebilen bir hikmet aracıdır. Bu yüzden de tabiatın insanla olan ilişkisi Müslüman bir anlayış çerçevesinde basit ve ölçülebilir esaslarla değil, derinleşmeye ve anlamı yükseltebilmeye yatkın bir eda ile yürütülür. İnsanı “zihin” ve “beden'' olarak iki kısım düşünen batılı, tabiat ve insan zıtlaşmasını da düşüncesinin temeline yerleştirmiştir. Müslüman ise böylesı bir kesretten uzaklaşmayı esas düstur olarak benimsemiştir.

Müslümanın kendisi Allah'a yönelme imtiyazı ile insanlığı kavradığı için hayatı başlıbaşına zenginlik saymıştır. Müslümanın "kavrayış bölgesi" Epikürus'un maddi haz, manevi haz ayrımından çok ötededir. Epikürus'un bir anlamda yani burjuvaca yorum içindeki hedonist (hazcı) tutumu materyalizme temel olan tutumdur. Bu anlayış içinde maddi tatmin, manevi tatminle benzer esaslardan kalkılarak değerlendirmeye tabi tutulmuş. Yani her iki tatmin yolunda da insanın algılama, madde olarak hazza konu olma özelliği önemsenmiştir.

Gerçi Epikürus da maddi hazları yetersiz, hatta zararlı bulmuş, manevi hazları tükenmez hazlar olarak kabul etmiştir ama onun manevi hazlardan anladığı şey sanata ve felsefeye sadece zihnin sınırlı kalıpları içinde yaklaşmaktan ibaret kalmıştır. Zaten haz kelimesinin bize tedai ettirdiği nokta da bir bitişi vurgular. Çünkü haz, bedende veya zihinde tamamlanan bir etkiden ibarettir. İslâmi anlayış içinde, insanın gerek eşyaya yaklaşma tarzında gerekse tabiat üstü ile alış-verişin-de insanın sınırlı varlığında son bulan bir tatmin sözkonusu değildir. İnsan aşkın olanla sonsuzluğa açılan bir ilişki içindedir. Bu ilişki bir yandan onun cismani varlığını anlamlı kılar, onun cismaniyetine maddi olmayan katkılar sağlarken bir yandan da onun zihin kapasiteleri yoluyla maddi varlığının özünde bulunan bir mevcudiyetle temasa sokar.

Mümin kavrayış içinde insan kendine "öte" bulur.Böylece müslüman Kur'ân ve Sünnet'ten edindiği kavrayış gücüyle dünya hayatını aşağılık kayıtlardan arındırmak, ahiret duygusunun maddi (sanılan) çerçeve içinde dahi yaşanılmasını mümkünler arasına sokmak gücüne erişir.

Sözünü ettiğimiz ve sözünü edemediğimiz birçok zihnî serüvenin ve fiilî tecrübenin müslüman hayatını zenginleştirmede büyük payı vardır. Hemen belirtmek gerekir ki, müslüman kendine mahsus kavrayış bölgesinde bulunmakla "mistik" bir konumda yer almış olmaz. Eğer mistik kelimesini bir zihnî bulanıklık, kendini bırakmışlık olarak anlıyorsak müslümanın mistik olmadığını söyleyebiliriz. Çünkü müslümanın kavrayış bölgesinde hangi dereceden olursa olsun "yakîn" vardır. Yani kesinlik müslümanca düşünmenin bir belirtisidir.

Mümin ruhî kuvvetini sağlıklı bir tefekkür planında kesinlikle kullanır. Daha açık bir ifade ile hakikatten habersiz kalarak ipleri elinden bırakmaz. Bu durum onun nassları esas kabul etmesi, muhkem hükümleri takib etmesi demektir. Müslümanı delilikten de sapıklıktan da alıkoyan, kurtaran imkân budur.

Böylelikle hayatın bir vehim olması müslümanın anlayış çerçevesinden çıkar, hayatın zenginleşmesi ve bütün mahlûkata olduğu kadar insanlara da en faydalı biçimde değerlendirilmesi imkânı belirir

İsmet Özel - Taşları Yemek Yasak

 
Devamını Oku »

İslam'ın Sınırları

İslam'ın SınırlarıIslâm insanları hem bireysel faaliyetleri bakımından hem de toplum hayatına katıldıkları noktalarda sınırları sarahaten belirlenmiş ve fakat insanı bütün zaafları ve faziletleriyle tabii bir varlık olarak kabul eden bir yaşama düzenine çağırır. Bu hayat tarzında eğer zorlayıcı unsurlar varsa, bunlar insanın samimiyetinde, itikadı kuvvetlerinde işleyiş gösterirler. Yani İslam’da sınırlar dıştan konulmuş yasaklar olmaktan çok içten benimsenen mükellefiyetler biçimındendir. Bu yüzden Islâm’ın insana yükümlülük olarak sunduğu görevler, emir ve nehiyler münkir ve münafıklar için bir yük, külfet, baskı unsuru olarak görünecektir. Ama aynı davranışlara muhatap olan mü’min için bu sınırlar, kolaylığı kendi biçiminde saklı faaliyet alanlarıdır.

Dışardan bakan için İslâm’ın koyduğu esaslar çok sınırlayıcı, hareket serbestisini çok daraltıcı gibi görünebilir.

Nitekim Hıristiyan anlayışı Müslümanlığın insan hayatının her safhasına dair hükümler taşıyor olmasını çok daraltmış kayıtlar şeklinde anlamaktadır. Batı medeniyetinin değerleri gözönüne alınarak yapılan bir değerlendirme elbet meseleyi böyle anlar. Çünkü bu medeniyette beş duyunun mutlaklığı yaşanmakta, zihin tek boyutlu kalmaya zorlanmaktadır. Oysa algıların hâkimiyetini mutlaklaştırmayan İslâm’da her vecibe ferd için sınırsız bir yöneliş, bir içkinlik (immanence) taşıdığı için, her vecibe ufuk açıcı ve vâsıl edici özelliktedir. Batı hayatında insana baskın çıkan zorbalık İslâm yaşayışında sevginin kendisi olur.

 

İsmet Özel,Taşları Yemek Yasak
Devamını Oku »

İtikad-i Bağlar İnsanları Birbirine Yaklaştırır

İtikad-i Bağlar İnsanları Birbirine YaklaştırırMüslümanlar olarak hayatımızın düzenlenmesinden dünyayı değerlendirme tutumlarımıza kadar her alanda bugüne kadar "itikada mı” yoksa “imana mı” daha çok imkân tanıdığımızı sormamız gerekir. Bu sorunun cevabı bizim bir ölçüde “kalitemizi” de ortaya koyacaktır.

Kuşku yok ki itikadı bağlar biz insanları birbirine yaklaştırır. Birbirimizi anlamanın, yardımlaşmanın ve müşterek bir yol tutturmanın yolu itikad birliğinden geçer. Ama yapıp ettiğimiz her şeyin motoru “imandır''..

İmana ağırlık ve öncelik vermekle kuracağımız hayat endişe, korku ve tehlikelerden korunmuştur. Herhangi bir kimse bütün insanların kardeş olduğuna dair bir itikad besleyebilir, ama mü’minlerin kardeşliği zihnin kabullerinin ötesinde bir iştiraki gerektirir. Birbirimize bazı akidlerle bağlanmak bir şeydir, fakat her birimizin emniyet içinde bulunmakla temin ettiği birlik yerine başka bir değerin ikame edilemeyeceği bir şeydir.

 

İsmet Özel,Taşları Yemek Yasak

 
Devamını Oku »