Fatih Çıtlak - 40 Mektup , Notlarım

Fatih Çıtlak - 40 Mektup , Notlarım

Kıymetli evlâdım, kişinin bilmediğine sabretmesi kolaydır; sebebi hikmetini bilmez, dolayısıyla hükmünü tam veremez,iyi mi kötü mü, neticesini beklemek üzere sabreder. Bizim yolumuzda sair kimselere sabır daha farklıdır. Bizim büyüklerimiz karşısındaki insanın cibilliyetini, fıtratındaki şerri ve hileleri matuf ihaneti gördüğü ve bildiği halde sabreder. Hükmü verebilecek durumda olmasına rağmen, Cenab-ı Hakk'ın o hükmü huşu etmesini bekler ve hatta âleni bir hıyanete mâruz kalmadıkça elini de o kardeşinden çekmez. Burada meşgul olunması gereken, kendi nefsin ve kalbinde müşahade ettiğin Hakk muhabbetinin dâim olmasıdır.

"Sen çıkarsan aradan, kalır seni Yaradan." demişler. Böylesi durumlarda kendini müdafaa eyleme ve asla üzülme! Bak, mânâ âleminde ne güzel sohbetlere,iltifatlara ve tesellilere mazhar olmaktasın; yâr ile muhabbet etmeye dahi bu hayat yetmezken, seni anlam ayan ağyâr ile meşgul olmak beyhude değil midir?

Pek kıymetli evlâdım, bir vücut içerisinde nice azalar, cevherler ve maddeler vardır. Vücutta göz de var, kulak da, el de var ayak da;gıdalar, necasetler, zehirler hepsi bir kapta. Sen o vücudun muhabbet mahalli olan kalp civarından düşmemeye gayret et,bunu da ancak ihlâs ile başarabilirsin.

İhlâsta hangi mertebede olduğunu anlaman belli süre içinde pek kolay değil. Fakatşu kadarını bil ki insanlardan gördüğün iltifat ve ihanet senin Hakk'a muhabbetini değiştirmiyor, gönlünün safası bozulmuyorsa inşallah ihlâs makamına kadem (ayak) bastın demektir. Dört bir yandan savaş haberleri gelmekte ve insanların çoğu fakr û zaruret içerisinde inlemekte. Ahvâl böyleyken ve insanların bahçesi gibi olan sohbet ve zikir meclislerinde, kişilerin birbiriyle çekişmesi, gıybet etmesi, sevmeye bahane arayacakken, küsmeye bahane araması Hakk Teala'nın gazaba geldiğinin veyahut geleceğinin en bâriz özelliğidir
---------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------
Evlâdım vehim yapma, korkuya da kapılma. Kendi kendine âsude (yalnız) kaldığındaki halinden bahsediyorum. Yani kalbinin atmadığını, nefes alamadığını, dakikalarca bu halin devam ettiğini anlatıyorsun ya, işte o hâl;zikir esnasında Cenab-ı Hakk sana ilham etmekte ki Allah'ın zikri ile daim ve kâim olanların tabiat zincirlerine ve beden zindanına ihtiyacı yoktur. Zira bunlar ve herşey Allah ile daim ve kâimdir. İşte sana gösterildi ki kalp sebeb-i hayat değildir. Nefes de öyle; vesile-i hayattır. Hayatın kendisi değildir. Kişi Allah zikri ile tatmin olsa başka şeye muhtaç değildir. Bir dem olsun sana bunu yaşatmışlar. Eğer korkup endişeye kapılmasaydın bu halin saatlerce devam edebilirdi
---------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------
Cenâb-ı Hakk bu âlemi muhabbet üzre yaratmıştır. Bu muhabbetini rahmetiyle kuşatmış ve örtmüştür. Bu rahmeti de ilm-i ilâhîyesiyle ihâta edip o ilimde rahmetini saklamıştır. İlim tek başına maksûd ve matlûb değildir. Olamaz da. Rahmetin ve o rahmet içindeki muhabbetin ilimle birleşmesi lâzımdır. Eğerkişi hakîkî ilim tahsilinde bulunduysa muhakkak rahmetten ve muhabbetten nasîbdâr olur. Çünkü kâinat böyle vücûda gelmiştir. Bu Cenâb-ı Hakk'ın bir meşiyet-i ilâhîsidir(Kâinat nizamına yerleştirdiği kaidedir, murâdıdır.).

Şimdi, ilmi matlûbve maksûd olarak görenler bu idraksizliklerinden dolayı rahmetinden istifade edemedikleri gibi bu mahrumiyetleri onları aşktan da bihaber olmaya sevketmiştir. Bu Cenâb-ı Hakk'ın sahih ve temiz niyetle ilmi taleb etmeyenlere mâni olması için halk eylediği perdedir. Binâenaleyh maksûdu ve matlûbu Hak Teâlâ olmayanlar bu perdeye ve bu perdenin tuzaklarına takılır kalırlar.
----------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------
Bir kişi namaz için niyet edip abdest almak üzere hareket ettiği andan i'tibaren namazın fazileti ve mânâsıyla haşr ü neşr olur. Bir kişi abdest almak üzere ayağa kalksa ve o anda ecel erişse namazdaymış gibi muamele görür ve haşr gününe kadar bu hal üzere kalır veöylece kıyamet meydanında isbat-ı vüçûd eder. Ol sebebden namaza Allah u Ekber diye dururuz. Canımızı Allah'a kurban ettiğimizi, mâsivadan geçtiğimizi, dünyayı elimizin tersiyle ittiğimizi ve Allah katındaki mânevî hüviyetimizi tasdik eder gösteririz. Yüzümüz kıbleye döner. Ellerimizin içi de kıbleye döner. Zîrâ avucun içi bâtındır. Ve cümle işler elimizin dışıyla değil içiyle yapılır. Dünya sahnesinde hep ellerimizin üstünü görürüz.

Fakat mânâ penceresine açılan ve böylece o pencereden Cenâb-ı Hakk'a varlığını ısmarlayan kişi avucunun içini kıbleye açar. Bu iftitah tekbiriyle ve bu açılışla maddeye kapanırız. Maddî âlemden sırlanırız. Mânâya doğarız. O andan i'tibaren artık vücûd bize ait değildir. HakTeâlâ'nın emrettiği vakitte mecburiyetle değil severek, isteyerek, kendi ihtiyarımızı(seçme hakkımızı) rızamızla sevkederek bu ihtiyarımız elimizden alınmadan evvel huzura dururuz. Tercihimizi haktan ve mânâdan yana kullanırız.Dolayısıyla namazda dışarıdan ses duysak da bakmayız, âzâlarımızla oynayamayız. Kolumuzu, başımızı, elimizi ayağımızı o namaz hududunun dışına çıkacak şekilde oynatamayız. Emr olunduğumuz gibi ve Efendimiz'den gördüğümüz gibi namazımızı edâ ederiz. "Huzuruna geldim yâ Rabbî." diyerek kıyam eder, el bağlarız. Bu âlemdeki asıl vazifemizi yani hamdetmeyi Fatihâ -i şerîfi okuyarak tasdik eder, tahmid ederiz. Üzerimizdeki kulluk emanetiyle iki büklüm olur,tevâzu'yla ve bu emanetin azametiyle rükû'a varırız. Ol sebebden "Subhane rabbiye'l azîm" diyerek azamet sahibi Hazret -i Allah'ı teşbih ve tenzih ederiz. Onun azameti karşısında eğilmemizden dolayı Allah Teâlâ bize kendi lisanıyla konuşmaya müsaade eder ve "Semi' Allahu limen hamideh -Allah hamdedenin bu hamdini duydu." dedirtir. O, Cenâb -ı Hakk'm bizi duyduğunun lisânımızdan zuhûrudur. Bu sözü hariçte söylesen boynun vurulur, elinde delilin mi var, derler. Şâir yerde söyleyemezsin ama Hakk'a ta'zîm ile rükû' eden kişiye ve kendi benliğini Allah Teâlâ'ya verene Allah, konuşma selahiyetini bir anlık da olsa verir. Kıyama durduğunda kulun Allah'a yaklaşması, rükû'dan sonra kıyama durduğunda Allah Teâlâ'mnkuluna yaklaşması vardır. Düşün, tefekkür et. İşte ol zaman kul bu hal üzre secdeye kapanır. Cenâb -ı Hakk'ın hamdimizi duyduğunun tasdikini kendi ağzımızdan yine bize duyurduğunu farkettiğimizden mahviyetle secdeye kapanırız. AllahuEkber diyerek bu âlemde şahsiyetimizin nişânesi olan yüzümüzü yere sürer, kendimizi kaybeder, Allahımızı buluruz. O secdeden ancak tekbirle kalkılır. O'nun izniyle secdeden kalkınca bir defa daha bu secdeden mahrum olmamak için Allahu Ekber diyerek gene secdeye kapanırız. Sonra kıyama kalkar, artık o tevhîd merâtibini ve îmân derecelerini, mi'râc sırrınıher rekâtta adım adım farkeder ve namazın nihayetinde Ettahiyyatü okuyarak sidretü'l -mühteha'dan öte Cenâb -ı Hakk'ın mahrem hudutlarında ve huzur -i Rabbanî'de oturarak karar kılarız. Sonra selâm eder, husûsî halden umumî hale geçeriz.Namazda konuşamayız, selâm verdikten sonra tekrar bu âlemde konuşmaya hak kazanırız. Ne buyurmuş Efendimiz:"Esselâm, kable'l -kelâm -Konuşmadan evvel selâm vardır." Namazda huzur zevkini tatmayan kişilerin kelâm etmeye hakları yoktur, vesselâm.

Çok kısa olarak lâkin müşahede makamında namazın hallerini sana arzettim. Şimdi îmân nuruyla veirfan nazarıyla baktığında bu halin tezkiye -i nefis ve tasfiye-i kalb olduğunu farketmez misin? Nasıl farkedilmesin ki, başka bir şey yoktur. Tamamıyla bu halin ayân beyân meydana konulmasıdır namaz.
---------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------
Bazı ahmaklar velî zâtlara hürmet ve muhabbet etmeyi dinin dışındaki bir muhabbetmiş gibi bid'at kabul ediyorlar. Böyle kabul etmek, sonradan uydurulmuş olanların yani bid'atların başıdır. Fahr-i âlem(sav) buyurmuyorlar mı: "îmân etmedikçe cennete giremezsiniz, birbirinizi sevmedikçe îmânetmiş olmazsınız." diye.

Adı üstünde Allah velîsi olan zâtları Allah için sevemeyen bir kişi seni beni sever mi? Bu sevgiden mahrum olan kişi Efendimiz'in buyurduğu üzre îmân sahibi olabilir mi? İmânâ eremeyen kişi dünyada ve âhirette huzurlu bir kalb sahibi ve cennet sıfat ve âhirette cennet mekân olabilir mi, ki hadîs-i şerifte 'birbirinizi sevmedikçe' buyruluyor.Yani kemâlinize, nâkısânıza bakmadan birbirinizi seviniz ikazında bulunuluyor. Nâkısı bile sevmek îmân alâmeti iken kâmil-i sevmemenin ne alâmeti olduğunu tefekkür edebiliyor musun? Dikkat et ki, kişi velâyet sahibi zâtlara töhmet etmekle şeytanın adımlarını takip eder. Bu nev'î insanlar bir müddet sonra nâfile ibadetleri terk eder ve hatta ashâb-ı kirâmı da hafife alır hale gelirler. Sonra daha da ileriye giderler.

Efendimiz(sav)'in sünnetinden ayrılır, sünnet-i şerîfelerini de küçümserler. Onlar bilmezler ki Allah velîlerine dil uzattıkları için Resûlullah Efendimiz onlardan nazarlarını çekmiştir, ol sebebden Efendimiz'e muhabbet edemezler. Efendimiz'e tâbi olmayı onun sözünü ezber etmek, tarihteki ma'lûmatı hafızaya almak zannederler. Ve neticede Allah Teâlâ muhafaza eylesin, Hak yoluna tevdi' ediyorum zannederken kendi benliklerinden görünür, insanları bâtıla sevkederler. Böylece, yani velâyeti inkâr ederek kendilerini tercih ettiklerinden kendi benliklerinden görünür, Allah velîsi olarak kendilerini ilân ederler. Allah velîsine bakarsın,Cenâb -ı Hakk'ın muhabbetini, nurunu müşahede edersin. Velev ki âyet okumasın, hadîs-i şerîf nakletmesin.

Huzurunda bumu habbetle dolaşsın. Kaldı ki onlar âyet-i kerîme ve sünnet-i şerife üzre oturup kalkar ve hep bu nurla kişileri hidayete sevkederler. Amma öteki herife bakarsın, lisânında âyet, din vardır. Fakat halinde ve kelâmında küfür kokusu, benlik ve enâniyet âşikâre zâhirdir. Velilik yoktur. Bu nev'î haller yoktur derken o yokluk beraberinde bir isbat gerektirir. Peki neyi
isbat eyler? Halleriyle, duruşuyla ve kelâmıyla sadece kendi benliğini isbat eder. İşte bunlar tevhîd üzre değil, tefrik ve dalâlet üzre olan insanlardır. Koyun postun bürünmüş, vahşi kurttan daha tehlikeli yol kesen eşkıyadandır.
---------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------
-Tefekkür feylesoflar gibi akıl yürütmek değildir. Tefekkür, kalbdeki doğru hissiyatın aklı îkaz etmesi, aklın da bu îkaz ile kendine lâzım olan ilmi tahsil etmesi, bu ilim tahsil edildikten sonra da akılla kalbin yani Cenâb-ı Hakk'ın râzı olduğu hissiyatla hakîkî ilmin birbiriyle nikâhlanmasının neticesidir. Nasıl akıl iki bilinenden bir bilinmeyeni çıkarıyor, hislerin yanıldığı sahalarda devreye girerek o yanlışlığı tashih ediyor(düzeltiyor), işte tefekkür de ma'lûm olandan meçhulü bulmayı, mânâ sahasındaki doğrular vesilesiyle de nâkıslıkları bertaraf etmeyi insana bahşeder.Aklın bilgisi, kalbin buluşu ve muhabbetiyle birleşmezse o ilmî fikir kişiyi bâtıla düşmekten kurtaramaz.

Kur'ân-ı Kerîm'de Ebu Cehil aleyhillâne için "fekkera-fikir yürüttü, güya düşündü" mânâsına gelen bir istihza cümlesi vardır. Yani Kur'ân-ı Kerîm'e baktı baktı da kendince ölçtü tarttı. Kendi kıt aklının bozuk terazisinde tarttı. Peki sonra ne oldu? "Bu ancak bir beşer sözüdür." dedi. Allah Teâlâ, kalbi devreden çıkararak sadece aklıyla düşünmeyi tefekkür zannedenleri Ebu Cehil'in süflî derekesini işaret ederek "Canı çıkasıca, nasıl da fikir yürüttü, ölçtü biçti, yazıklar olsun, helak olasın." mealindeki tehdidiyle îkaz etmektedir. Akıl tabiî ki lâzımdır. Amma hangi akıl? Şimdi bunu tefekkür ederken şunu düşün güzel evlâdım! İmân kalbîdir. Kalbte o îmân nuru zuhûr ettiğinde hemen bunu muhafaza edip tasdik ederse artık o kalb îmânın mazharıdır.

En büyük ilim Allah'ı bilmek ve îmân etmektir. Tüm ilimler bu ilme hâdimdir. Bu îmâna hizmetçi olmayan ilim, kendisini tahsil etmek isteyenden Cenâb -ı Hakk'a sığınır. Yani ilmin de kendine mahsus bir hüviyeti ve Hak katında ta'yin edilen bir vücûdu vardır. Ol sebebden Allah'ın emrinde kullanılmayan ilim hakkını mahkemede arayan şahıs gibi kâdı-yı mutlak olan Cenâb -ı Hakk'tan adalet ister ve zâlim elinden kurtulmak için müracaat eder. İşte ol sebebden dolayıdır ki kalbsiz ve îmânsız ilim yeryüzünde nerede baş gösterirse güya o ilim sahipleri olduğunu iddia eden kişiler cemiyetin en zâlimleri olarak baş gösterirler.

Zîrâ ilmin kendilerinden bîzâr olmasıyla Allah hükmünü tahakkuk ettirmiş ve hakîkî ilmi yani îmânı onlardan almış, bu ellerinden gittikten sonra da cahil insanın yapacağı en feci zulümleri kendi elleriyle yapar hale gelmişlerdir. Şöyle bir tarihe baksana, en büyük zulmü yapanlar kendi devirlerinin sanatında, zenginliğinde en ileri olan kavimlerdir. Ezcümle şunu demek isterim ki: İlim bilmektir amma ilim tahsili bile taklidde kalırsa yani kalb ile izdivaç
etmeden hariçte saha bulmak derekesine düşerse zulümden başka bir şey çıkmaz.

İlim ilim bilmektir
İlim kendin bilmektir
Sen kendini bilmezsin
Ya nice okumaktır
Okumaktan murat ne
Kişi Hak'kı bilmektir
Çün okudun bilmezsin
Ha bir kuru ekmektir

Allah Teâlâ da nerede zulüm varsa, oranın çökmesini âdet-i subhaniyesi olarak va'detmiştir. Kâbe'de zulüm olsa Kâbe-i Muazzama çöker. Evde zulüm olsa ocaklar söner, devlet, teb'asına zulmetse muhakkak o devlet parçalanır. Kişi kendi nefsine zulmetse o nefis de parça parça olur. Yani tevhîdden uzaklaşır. Ruh, nefis, kalb bir cümle etrafında birleşemez.Parça parça olan bu nefis bir olan Allah'ın birliğini, Fahr -i âlem Efendimiz'in nurundaki birliği, sırat -ı mustakîm'in vahdet yolunu bulamaz. Bulsa da sadrına şifa olmaz. Zîrâ bu mânâyı cem edecek bir vücûda, bir mânâya sahip değildir. Hüviyetini tescil edecek şahsiyet olmaktan uzaktır. O kişi, davasında samimi olamaz. İbadet taata neş'e gelir gibi olsa da parça parça olduğundan tefekkür edemez. Tefekkür edemeyince de taklidde kalır.

Taklidde kalan hangi terbiyeyle kemâle erişebilir?Hangi benliğiyle tasdik makamına erişebilir? Hazret-i Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî'nin çok muhteşem bir sözü vardır,Mesnevî -i Mânevî'de. O büyük Allah velîsi bir beytinde der ki: "Kâfirler maymun iştahlıdır." Fakir, gençliğimde bunu okuduğumda pek mânâsını anlayamamıştım.

Kâfirleri yermek meyânında söylenmiş bir söz zannetmiş idim. Lâkin öyle değilmiş. Hazret -i Pîr bu beyitte kâfirlerin küfründe bile samimi olmadıklarını işaret buyuruyormuş yani "Kâfirler
Hakk'a karşı çıkışırlar, devamlı itiraz ederler. Bu çekişmeleri gerçekten bir fikre sahip oldukları için değildir. Taklîden, laf olsun diye, öylece atalarına karşı olmak içindir. Yanlış da olsa bir i'tikadları yoktur. Eğer küfürlerinde samimi olsalardı o küfrün beyhude olduğunu anlarlar ve neticede o küfrün dahî Hakk'a nisbeti olduğunu, Hakk'ın müsaadesiyle zuhûr ettiğini farkedip bir şekilde îmân cihetine tâbi olurlardı. Amma öyle olmadı. Zîrâ küfürleri bile samimi değildir." denilmek isteniyor.

Bu muhteşem bir sözdür. Bir kişi samimiyetle puta tapsa, o tapınmanın samimiyetinden edindiği putun hiçliği nive bu yaptığının beyhude olduğunu eninde sonunda anlar. Peki durum böyleyse Hak Teâlâ'ya samimiyetle, ihlâsla, taklîden değil hakîkaten ve tahkîken ibadet eden bir kişi Hakk'ın nice tezahürlerine ve tecellîlerine mazhar olur bir düşünsene!Cenâb-ı Hakk îmân, İslâm ve ihsan mertebelerine işaret ederek bizi tefekküre sevketmiyor mu? Taklîden îmân kişiyi menzile eriştirmez. Tahkîken îmân kişiyi İslâm'a, tahkîkî İslâm kişiyi ihsana, Cenâb -ı Hakk'a kurbiyyete îsal eder (ulaştırır,vâsıl kılar)-
---------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------
Hak celle ve âlâ Kur'ân -ı Kerîm'inde "Elestü bi rabbüküm" buyuruyor. Yani "Ben sizin Rabbiniz değil miyim?" Kullarının da cevaben "Belâ"yani "Bilakis(Yâ Rabbi, sen bizim Rabbimizsin.)" diyerek tasdik ettiğini beyân buyuruyor. Cenâb -ı Hakk "Ben sizin Rabbinizim değil mi?" diye sorabilirdi. Amma kelâmında böyle buyurmadı, bu, muhakkak bir sebebe mebnîdir. Müfessirler ve âlim olan zâtlar bu âyetin tefsirinde şu hikmete dikkat çekmişlerdir: Hak Teâlâ "Ben sizin Rabbinizim değil mi?" diye sorsa belki şuursuzca, tefekkür etmeden hatta korkudan, bilmeden tasdik edilebilirdi. Ama suâl menfî soruldu. "Sizin Rabbiniz değil miyim?" suâline muhâtab olan kişide, Hak Teâlâ'yı Rabbi olarak tasdik etmezse kendisini nasıl bir
musibetin bulacağını ve Allah'sızlığın nasıl bir helâk olduğunun derdini idrak vardır, bu yüzden o idrakle, şuurlu bir şekilde "Belâ"diye cevap verdi. İşte bu arzettiğim tefsirin az evvel bahsi geçen mevzuları nasıl cem ettiğini farketmişsindir. Yani ruhlar âlemindeyken bile bizler tefekküre, şuurla îmâna sevkedildik. Bu sevkedilişte dahî derde talib olduk. İnsan derdini idrak etmekle dermanı müdrik kılındı. Ol sebebdendir ki, mü'mînler o kimselerdir ki onların derdi Allah'tır ve Allah'tan ayrı kalma korkusu mânâsına gelen takvadır.
---------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------
Hatırıma gelmişken hemen söyleyeyim; yeni yeni âdetler çıktı. Geçenlerde maalesef bir arkadaşımız konuşurken tevafuk eyledim. O kişi vefât eden tanıdığı için "Toprağa verdik." deyince başımdan aşağı sanki kaynar sular döküldü. Yâ hû, insan toprağa verilir mi? Biz Nasranî miyiz ki toprak toprağa, ateş ateşe, küller küllere kavuştu, diyeceğiz. Topraktan yaratıldık ama topraktan gelmedik ki, biz Allah'tan geldik, yine Allah'a döneceğiz. Toprağa giren cesettir. Biz cesetten ibaret değiliz ki!

Ve inşâallah toprağın içine girsek de toprakta kaybolmayacağız. Biz toprağa sırlanacağız. Kabrimiz bizler için sır kapısıdır. Dünya üzerinde sırlanır, âhirete o sırla nurlar gibi doğarız inşâallah.Geçmişte yaşamış âlimler bu sözleri Müslüman evlâdının söyleyeceğini bilseydiler bu nev'î sözlerin küfür olduğunu kitaplarına dahî yazmaktan çekinmezlerdi. Toprağa hayvan verilir, insan değil. İşte lisân bozulunca insanlık da bozulur. Ol sebebden Allah Teâlâ, halîfe olmamız hasebiyle lisânlarımızı kelâmıyla süslemiş ve indirdiği Kur'ân -ı Kerîm ile lisânımızı dahî ıslah eylemiştir.
---------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------
-Ömrün uzunluğundan ziyâde bereketli olması ehemmiyetlidir.

Öyle insanlar vardır; âdetâ ceset içinde cansız yaşarlar. Sinni(yaşı) neredeyse asrı(yüz seneyi) bulmuştur. Ama kalbinden, ruhundan hatta kalıbından bile habersiz yaşamıştır. Niceleri de vardır ki ömür olarak kısa lâkin amel olarak çok uzun ve bereketli hayat sürmüşlerdir.Bak Sultan Selim Han'a. Yedi, sekiz sene içerisinde dünyayı dize getirmiş bir padişahtır. Derler ki, altı sene daha yaşasaydı yeryüzünde İslâm'ın bayrağının dalgalanmadığı hiçbir toprak parçası kalmayacaktı. Çok bilinen bir şahıs olduğu için Sultan Selim Han'dan misal verdim. Yoksa nice zâtlar gelmiştir. Sayısı Allah'ça ma'lûm olan bu şahıslar kısacık hayatlarına âlemleri sığdırmış, âlem onlarla ihya olmuş, onlar bu âlemde yaşayıp, ölüp gitmemişler, âhirete ve dünyaya sultan olmuşlardır. Tabiî ki hem yaşça hem halce uzun ömür Allah Teâlâ'nın husûsî bir lütfü ve ihsanıdır. Cenâb -ı Hakk halimizide, yaşımızı da pîr eylesin. Hep o muhabbetle bir eylesin.
---------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------
Bereket dedik, söz bereketlendi. Bunu niçün anlattım evlâdım?
Şunun içün: Yemek bitti, denmez. Şimdi dersin ki; "Ya hû şeyhim, biten yemeğe neden 'bitti' demeyelim?" Demezsin ya, ben yine de sebebini îzah edeyim: Allah Teâlâ lûtfuyla bizi rızıklandırır. O rızık cümlesinden önümüze lokmamız gelir. Lokmayı besmele ile yersin. Tamamladıktan sonra'elhamdülillah' diye lisânen şükrünü edâ edersin. Fakat biter mi? O lokma sende vücûd bulur, besmeleyle, hamdeleyle vücûduna dâhil olan o taam(yemek) bir mü'minin kursağından geçtiği için kendi lisân-ı haliyle Cenâb -ı Hakk'a şükreder.Sen o gıdanın kuvvesiyle ibadet taat, zikir, fikir ve mahlûkata hizmet edersin. Böylece vücûdunda fâni olan lokma senin ibadet taatınla tekrar vücûd bulur. Sendeki vücûdla onun hayat bulması ve senin Cenâb -ı Hakk'a şükür halinde bulunman vesilesiyle nimet çoğalır, artar. Âlem değiştirir. Cennette ikrama, âhirette devlete vesile olur. Yani bu vücûd orada daayrı bir vücûd bulur. Lokma sende fâni oldu, vücûd buldu. Sen taatla kendi vücûd lokmanı fâni ettin, vücûd buldun.Cenâb -ı Hakk seni vücûdsuz mu koyacak? Hâşâ, Cenâb-ı zü'l-Celâl Hazretleri de sana ilâhî hazinesinden bir vücûd verecek.Şimdi böyle baktığında sen o lokmaya 'bitti' diyebilir misin? Bu mânâya işaret etmek için, 'bereketlendi' dersin. Yani zâhiren kayboldu, bâtında vücûd buldu, o vücûdla bereketlendi, ziyâdeleşti. Çok küçük gibi görünen bu ifade çok büyük mefhumu ve idraki beraberinde getirir. Meselâ; meydan terbiyesinde şu kadarcık edebi sözle tâlim eden bir zât anlar ki maldan infak edildiğinde mal bitmez. Candan infak edildiğinde beden çökmez. Mü'minlerle paylaşmayı ve infak etmeyi kendisine şiar edinir. Allah yoluna sarfedilen şeyi tükendi, bitti kabul etmez. Küpü boşaltacaksın ki yerine dolsun. İnfak etmeyen kişi tazelenemez. Bereketten de nasîbdâr olamaz.



---------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------

Çok hoşuma giden bir latîfe var. Onu zikredeyim de birazefkârımız dağılsın. Adamın biri işrak vakti camide namazını kılmış, yani üzerine güneş ibadet taat ve zikirle doğmuş,câmiden çıkıyormuş. Avluda karşısına nur çehreli bir pîr gelmiş. Selâmlaşmışlar. Gelen zât bizim adama "Efendi, bir isteğin var mı, hâcetin var mı?" diye suâl etmiş. Adamcağız tin "Estağfirullah teşekkür ederim, hiçbir hacetimiz yok, sizin bir arzu isteğiniz varsa yapmaya gayret edeyim." demiş. Gelen pîr adama "Ya hû ben senin için buraya geldim, hizmet edeyim diye. Ben Hızır'ını demiş." Lâkin bizim adamdan yine ses yok. "Teşekkür ederim, efendim. Siz başka ihtiyaç sahiplerine bakınız, benim herhangi bir hâcetim yok." demiş. Hızır olduğu anlaşılan zât adama çıkışmış: "Ya hû sen ne biçim adamsın!Herkes beni bulmak için adaklar adar, dualar eder. Biz senin yanma geldik, hiç i'tibar etmezsin." O zaman, bizim o sakin adamcağız birden celallenmiş. "Bana bak mübarek!" demiş. "Ben bundan yirmi beş sene evvel inim inim inliyordum. O kapı, bu kapı dolaşıyordum. 'Yâ Rabbî, Hızır mı gönderirsin, hâzır mı gönderirsin, Senin hidayetine beni eriştir.' diye dua ediyor, yalvarıyordum. O zaman gelmedin. Eh elhamdülillah biz şimdi bir pîr kapısı bulduk. Oradan da nasîbleniyor ve elhamdülillah aşkullahı ve muhabbet-i Resûlullah'ı meşk ediyoruz. Şimdi gelip de benim bu sakin halimi bozma, başka müşkili olanlara git, beni de meşgul etme. Zîrâ râbıtama mâni oluyorsun." demiş. Selâm vererek oradan uzaklaşmış.Bendeniz bu latifeye pek gülerim. Amma sen sen ol, Hızır sana uğrarsa böyle yapma. Merak etme, o dahî pîr eşiğinde bulduğun devlettir. Yol tevhîd yoludur, şaşı olma.

--------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------
Fatih Sultan Hazretleri İstanbul'u fethettikten sonra hocası Akşemseddîn -i Velî'ye, "Bu fetih bize müyesser oldu lâkin merak ediyorum tekrar küffar eline geçmesi mukadder mi yahut bu beldenin Müslümanların elinden çıkmaması için nasıl tedbir alalım?" diye sormuş. Hacı Bayram -ı Velî Hazretleri'nin halîfesi olan Akşemseddîn -i Velî Hazretleri bu mes'eleyi Cemâleddîn -i Halvetî Hazretleri'ne havale etmiş. "Beraberce gidelim, Hz. Şeyh'ten bunu suâl edelim." demiş. Hz. Şeyh Cemâleddîn Aksarayî Halvetî, Fatih Sultan Efendimizin bu sorusunu izn-i ilâhî ile şöyle cevaplamış: "Ey oğul, bu belde-i tayyibenin(güzel beldenin, İstanbul'un) kıyamet sabahına kadar küffâr eline geçmesini istemiyorsan öyle,bir nizam kur ki, her gün yetmiş bin kelime -i tevhîd bu mübarek beldenin semâlarına yükselsin. İşte o zaman düşman istilasından emin olur." Hemen bunun üzerine Sultan Fatih Mehmed Han zikir halkalarının bulunduğu yerler ikame eylemiş. Meselâ Ayasofya Câmii, ki, diğer adı Câmi -i Kebîr'dir: Halvetîlere,Edirnekapusu'ndaki Kâriye Câmii ricâl-i Nakşiyye'ye havale edilmiş. Bunun gibi birçok sokak ve caddelere mescidler inşa edilmiş. Şerîat üzre bina olunan o mescidlere tarikat ehli sûfiler ta'yin edilmiş.
---------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------
Bunu unutma... İyi belleyesin...Cemiyetlerdeki ve fertlerdeki nurlanma aileden başladığı gibi, gene ailedeki zulüm ve şekâvet cemiyetlerin çöküşünü hazırlamaktadır. İhya ve imha ailede başlar...


Erkeğin nefsi hanımında zuhur eder, kendini gösterir. Kadının nefsi de çocukta tezahür eder. Bunlar birbirine bağlıdır. Erolan kişi hem kendinin ıslahına hem de hanımların terbiyesine gayret edecek, o nurdan nasîbdâr olan hanımlar da cemiyeti i'mara memur olacak, ancak o zaman işler dört başı ma'mur olacak bilesin

İhsan Efendi oğlum... Bendeniz nice analar gördüm... Sineleri Allah ve Resül aşkıyla yanıp tutuşan.,. Yüzüne baktığında iffetin ve ibadetin güzelliği yüzünden yansıyan... Gözünde yaş, elinde teşbih, dilinde zikir, duaları redd olunmayan...Ayıpları örten, cemiyeti ıslaha çalışan, gıybetin zinadan şiddetli bir günah olduğu şuuruyla herkese hüsn-i zanla ve mürüvvetle muamelede bulunan, Allah için seven ve herkes tarafından sevileri nice analar.... Ve nice hanım kızlar bilirimki gece ibadetinin solgunluğu yüzüne nur olmuş, nur-i îmânla mahlûkata nazar etmek gözlerine sürme olmuş.Gençliklerinin emanet olduğunu, ahlâk ve ilmin en kıymetli ziynet olduğunu, en güzel elbisenin de takva olduğunu idrak etmiş nice îmânlı kız evlâdı var... Bakarsan bağ ölür; bakmazsan dağ olur, demişler.

Bu insanlar gökten zembille mi indi?Tabiî ki hayır. Ama yerdeki fitneden, cehaletten ve şehvanî isteklerden ilimle, irşadla sıyrılıp yükseldiler. Eskiden bu nev'î insanlar daha çoktu. Ahlâkı bozuk, ahlâksızlığı alenen yapanlar acaba gökten taş gibi mi düştü, diye bakılırdı. Şimdi ise güzel ahlâk üzre olanlar acayip karşılanıyor. Geçenlerde bir hâdise duydum. Hatta şâhid olanları dinledim. Çok' üzüldüm.

Yedi ceddi şeyh olan bir aile Avrupa'da seyahat ve ikamet ederlerken sanki eskiden zorla îmân etmişlermiş gibi hem ibâdâtı hem tesettürü bırakıvermişler. Öyle kalsa gene bir derece. Bu yetmezmiş gibi tesettürlü Müslüman kardeşlerimizide bağnazlık ve mürtecîlikle(gericilik) itham eder, levm ederlermiş(kınarlarmış).

Din ve îmân, içindeki hissiyatmış, önemli olan kalbin pâk olması ve âleme sevgi ile nazarmış. Bak şen şu işe oğlum, bunlar yeni değil, bu sapık i'tikad evvelden devar. Yâ hû, kalbleri en iyi bilen kimdir? Hz. Allah (cc). O Hak Teâlâ ki Kur'ân-ı Kerîm, Kelâm-ı Kadîm'inde, Sûre -i Mülk'te ne buyuruyor? “Her şeye hiçbir şeyin ihâta edemeyeceği şekilde muktedir olan o Allah ki ölümü ve hayatı yarattı, ki sizin hanginizin en iyi ameli (işi) var ortaya çıksın, âşikâr olsun.” buyuruyor. O halde düşünmez mi ki bu ahmak insan, kalblerien iyi bilen Allah Teâlâ bile kuluna amel güzelliğini zâhir eylemesini emrederken kullan nasıl amellerindeki bozukluğu ile temiz kalbini arzetmeye kalkar. Küpün içinde ne varsa dışına o sızar. Bir devletin kanununu ihlâl eden ve eşkıyalık yapan,ben devletime âşığım, vatanperverim, dese devletin kadısı bu çürük mazereti suçun hafifletilmesi veya cezanın iptali için
vesile kabul eder mi?

Efendimiz(sav) ibadet hususunda başımızın tâcı Fâtımâ Annemiz'e ; “Kızım Fâtımâ, babanın resûl, peygamber olmasına güvenerek sakın sakın ibadetini ihmal etme” buyurmadı mı? Hem mâdem kâinata muhabbetle ve şefkâtle nazar etmek lâzımdır deniliyorsa niçin dinini titiz yaşayanlara dil uzatıyor ve onları levm ediyorlar? Ah evlâdım, bu kokuyu iyi bilirim,bunda rahmani koku yok. Asırlardır îmânın misk ü amber kokusuna tahammül edemeyenler, karşımızda tir tir titreyen leş kargaları, Allah korkusu ve Muhammed kokusu olmayanlar, kendilerini de korkutmayan Müslüman tipinde cenâbetle yetiştirmeye gayret ediyorlar.
---------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------
Kişi bilmediğinin düşmanıdır. Nefsini bilmemek ve ilimden mahrum olmak gadabı celbeder. Gadap, hakkı ve hukuku tamamen unutup nefsini kâim kılmak sıfatının cebren kendisini göstermesidir. Ol sebebden gadap hilmiyetle teskin olmazsa yaptığı tahribada ve zararla kişinin yakasını bırakmaz. Akabinde kişi şehevâni zevkleri artmış ve bedenî zevklerini tatmin ile eyice Hak'tan uzaklaşmış olur. Bu acayip bir şeydir. Gadap şehveti besler. Hakk'a ibadetten mahrum olan kişilerin en bâriz özelliklerinden biri kendi kudretleriyle her şeyi yapacaklarını zannetmeleridir. Hak'tan gâfil olmak kibrin neticesidir. Kibir, hakkıyla tevhîd edememenin yani şirkin hastalığıdır. Kibir derinlerde ve kişilerin bâtınına çöreklenmişbir illettir.

Bu illet gadap ve şehvetle kendisini gösterir. Lâkin gadap şehvetten tehlikelidir. Çünkü gadap benliğini tam kabullenme halidir. Şehvet ise benliğini zevke âlet etmek veya zevkle memnun etmektir. Gadap, şehveti besledikçe şehevânî örtü gafleti ziyâdeleştirir, gaflet perdelerinin ağırlığı kişiyi önce ibadet taatın zevkinden, zikir ve sohbetin ülfetinden, Hak dostluklarının nazarından soğutur ve neticede kişi esir -i şehvet olduğunda ye'se ve ümitsizliğe düşerek hem ibadetten hem hakan abitlerden tamamen uzaklaşır. Etrafında tıkırtı duysa, ansızın huzuru bozulsa hemen korkuya ve evhama kapılır. Çünkü kaidedir: Hain kişi korkar. Nifaktan kurtulamadığı için devamlı nefsanî korkularla ömrünü harceder. Bu korkulan izâle için mal mülk edinir, sahte muhitlerde sahte dostluklar kurar. Yani işte şu an dünyadaki insanların ekseriyetinin haline dönüşür.
---------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------
Hazret-i Osman Efendimiz bir gün huzuruna gelen kişiye “Git abdest al tekrar gel, hatta guslet.” buyuruyor. O kişi “Benim guslüm var, abdestim de var.” diye mukabelede bulunuyor. Cenâb-ı Osman Efendimiz “Sen kalk abdest al, guslet tekrar gel.” deyince, o kişi inatla ve küstahça “Ne oluyor ya Osman, şeriatı değiştirip yeni yeni kaideler mi ihdas ediyorsun?” deyince Hz. Osman Efendimiz usulcacık o adamın kulağına “Gelirken yolda falancanın haremine öyle bir şehvetle baktın ki o şehvetin izi ve senin vücûdundaki lekesi hâlâ durmakta. Git tövbe et ve Cenâb-ı Hakk’a ta’zim için abdest al.” diyerek ikazda bulunuyor.
------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------
Hazret-i Pîr Molla-yı Rûm Mevlânâ Celâleddîn buyurur ki: “Herhangi kötü sayılan fiili, tek başına işlerken utanmazsın, ama onu başkasının yanında yapmaktan çekinirsin. Halbuki sen hiçbir zaman tek kalmazsın. Dâimâ Hak Teâlâ’nın murakabe nazarındasın. Kendisinden utanılmaya, haya edilmeye en lâyık olan zât Hazret-i Allah’tır. Halktan utanır da esas kendisinden utanılacak zâta karşı nasıl öyle hayâsızlık edebilirsin?”
---------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------
Yâ Rabbî, biz yoktuk Sen bizi vareyledin ve fâni olarak halkeylediğin bir âleme sevkettin, kendinden haberdâr ettin, gene fâni olmak üzere, bir seyir içerisindeyiz ve hızla bu fânilik üzerimizde işini görmektedir. Lâkin Yâ Rabbî biz bu arada tüm bunlar olurken Sana âşık olduk. Bize merhamet eyle Yâ Rabbî, bizi dûr eyleme Yâ Rabbî. İlle de fâni olacaksak Senin cemâlinde ifna eyle hatta cemâlinde bizleri kâim eyle…”

Hz Mevlana
---------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------
Kur’ân-ı Kerîm’de hiç tekrar yoktur. Tekrar gibi görünen âyet-i kerîmeler asla tekrar değildir. Muhakkak bir sebebe mebnîdir(Bir sebeb üzere inşa olunmuştur, bağlıdır.) Hazret-i Pir Muhyiddîn İbnü’l Arabî bu hususu îzah ederken “Müfessir (Kur’ân-ı Kerîm’i tefsir etme, edebilme ilmine sahip, bu hususta izinli olan, donanımlı olan kimse) ona derler ki; Kur’ân-ı Kerîm’de sûre başındaki ha-mim’lerin her birinin ayrı bir mânâsı olduğunu bile bilir.” buyuruyor. Yani ha-mim diye biz yedi sûrenin başında aynı harflerin tekrar edildiğini düşünürüz. Oysa böyle değil, her ha mim’in o sûreyle yahut başka bir sebebden alakalı muhakkak ayrı ayrı mânâları olduğunu zikrediyor. Bunu da biraz açalım. Kur’ân-ı Kerîm’de herkesin çokça okuduğu ve duyduğu Sûre-i Rahman’ı bilirsin. Bu sûreye “Arûsü’l Kur’ân-ı Kerîm” (Kur’ân-ı Kerîm’in gelini) derler.
Kıyamet gününde mahşer halkına Cenâb-ı Hakk’ın Rahman süresindeki kelâmıyla hitabda bulunacağı rivayet edilmiştir. Kur’ân-ı Kerîm’in gelini hadîs-i şerîfi mûcibince meşayihten(şeyh efendilerden) yahut dervişândan biri âlem-i cemâle göçtüğünde, kabre defnedildiği gece cemiyette bu sûre okunur. Ehl-i tarîkin âdâbındandır. Zât-ı âlinizin günlük dersleri içerisinde Rahman sûresi olduğu ve bu sûreyi her gün okuduğunuz ma’lûm. Onun için daha fazla teferruata girmiyorum. Şimdi sûre-yi celîleye baktığında hep aynı âyetin tekrar edildiği zannına kapılabilirsin.

Halbuki “Febieyyi âlâ i rabbiküma tukezziban” âyet-i kerîmesi her biri, müstakil âyettir. Dolayısıyla her biri müstakil bir mânâ ifade eder. Hem evvelinde geçen âyetle hem bu âyetten sonra gelen âyetle alakalı hakikatlere işaret eden ve asla birbirinin aynı olmayan kelâm-ı Sübhânîdir. Bunun haricinde bu zikredilen âyeti okuduğunda ayrı bir benlik ve vücûda nâil olursun. Sonraki okuyuşunla gene ayrı bir benlik ve vücûda intikal etmiş olursun. Ve bu intikal neticesinde her vücûdun âlemi farklı olduğundan ayrı bir âleme de intikal etmiş olursun. İnsandaki idrak değişikliği âlemlerindeki değişiklikten dolayıdır. Kur’ân-ı Kerîm’in âyetleri ve tesbihat, bu yenilenme ve devamlı terakki ile her okuyuşunda o mânâ üzre başka bir âyet olarak tecellî eder ve Allah Teâlâ âlemlerin Rabbi’dir. Yani Rabbü’l-âlemîn’dir.

Daha evvelce zikrettiğimiz gibi namazın ilk rek’atında Fatlhâ’yi “Elhamdulilahi Rabbi’l-âlemîn” diyerek okursun, o rek’atın sonunda secdeye varırsın, secdeden kalktığında ayrı bir vücûd, ayrı bir hal ûzre huzura durursun. O rek’atın Fatihâ’sı ile diğer rek’atların Fatihası aynı değildir. Sen muvakkat(geçici, izafî) bir vücûda sahipken bile hiç yerinde durmayan tecellîlere mazhar oluyorsun da tecellilerin sahibi Hak Teâlâ ve O’nun kelâmı aynı yerde durur mu? Dolayısıyla sohbetlerdeki o mânevî alışveriş Cenâb-ı Hakk’ın nuru ve Resûlullah Efendimizin ruhaniyetiyle vücûda geldiğinden aynı şeyi duysan da ne sen aynı benliktesin, ne söylenilen söz daha evvelki duyduğun söz, ne de o sözü sana aktaran aynı ağız. O halde ilk defa dinliyormuşçasına âgâh ol, asla gaflet gösterme.-
---------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------
Şimdi bak İhsan Efendi oğlum, daha çocukluğumuzda bize öğretilen bir muhaverat(konuşma) şekli vardır. “Müslüman mısın?” diye sorulduğunda cevaben “Elhamdülillah” deriz, “Ne zamandan beri Müslümansın?” sorusuna ise, “Kalû belâdan beri.” cevabını veririz. “Kalû belâ ne demektir?” suâline ise “Elestü birabbiküm’ün cevabıdır.” diyerek mukabelede bulunuruz. Sen de bilirsin, tıfıl çocuklar da bunu bilir.

Yani bu suâl ve cevap şekliyle büyüklerimiz, Müslümanlığın bize ezelden Cenâb-ı Hakk’ın lütfü olduğunu, buna hamdetmemiz gerektiğini anlatmak istemişlerdir. Ve bu îmânın ruhlar âleminde ikrarımızla sabit olduğunu anlatmak istemişlerdir. Şimdi gelelim buraya, zât-ı âliniz düşünebiliyor mu, bizler ruhlar âlemindeyken Allah’ın îmânına mazhar olacağız, hâşâ Efendimiz dalâletteyken îmâna mazhar olacak ve kırk yaşından sonra da peygamber olacak. Yâ hû bu nasıl bir anlayıştır, ne sakat bir görüştür. Güzel evlâdım, enbiyâ yani peygamberlerin hepsi ruhlar âleminde seçilir. Bir adam çalışmakla, muntazam bir hayat sürmekle, efendim şu sebebden bu sebebden peygamber oluvermez. Elma ile armut değil ki bu. Nebilerden bahsediyoruz. Peki “Kırk yaşında peygamber oldu.” demekle ne kasdedilir? Peygamber Efendimizin nübüvvetinin kırk yaşındayken ilân edilmesi kasdedilir.

Yoksa “Kırk yaşında peygamberlik geldi.” demek ahmakça bir sözdür. Efendimiz saadetle buyurdular ki: “Adem toprak ile su arasındaydı, henüz cismi bile teşekkül etmemişti, ben peygamberdim.” Hatırladığım kadarıyla Sünen-i Tirmizi’de bu hadîs-i şerif zikrolunmuştur. Hadîs-i şerîfin metnine dikkat edersen, insandım veya ruhtum, demiyor. Resûldüm, diyor. Resûl ne demek? Kitap sahibi ve ümmeti olan zât demektir. Efendimiz daha semâvâtın nakşı olmadan, nev-i beşerden mevcûdatın haberi olmadan evvel risâlet tahtında Kelâmullah’ın mazharıydı. Sonra bu âleme geldiğinde ruh-i Muhammedîye’sinde bulunan o kelâm kırk yaşında tezahür eyledi.



Şimdi hatırıma gelmişken, bazı ahmaklar vahyin gelişini de yanlış aktarırlar. Malûm hâdiseyi biliyorsunuz, meşhurdur. O sebebden kısaca sadece bir bölümünü zikredeceğim. Cebrail(as) geldiğinde “Oku” diyor Efendimiz’e, “Okuma bilmem.”buyuruyor Efendimiz, sonra Cebrail(as) Efendimizi sıkıyor, tekrar “Oku” diyor, Efendimiz aynı şekilde mukabelede bulunuyor, Cebrail(as) tekrar sıkıyor.

Efendimiz “Ne okuyayım?” buyuruyor ve bunun üzerine de işte ma’lûm ilk âyetlerin zuhûru ve Hazreti Cebrail’in Alâk sûresinin ilk âyetlerini okuması mevzu’u vardır. Şimdi bu hâdiseye de, ilmi ve aklı noksan bazı kişiler, anlamayarak kendilerince yorum yapmaktadırlar. Güzel evlâdım, Hak Teâlâ ümmî olan bir zâta niye okumasını teklif etmiş olabilir? Buradaki okumaktan murâd Efendimiz’in sadrında bulunan mânânın zuhûruna davettir. Yoksa Cebrail(as) hâşâ Efendimiz’e işkence ederek sıkıp bırakıp sonra sıkıp bırakıp zorla mı okutmuştur? Buradaki nezaketi de anlamazlar ki, o kucak kucağa sarılma ve sadrın sadra akmasıyla ilgili bir hikmettir. Cebrail(as) Efendimiz’in sadr-ı Muhammedîye’sinden aldığı izinle gene ona âyetleri okumuş, Hazret-i Muhammed Mustafa’ya Hakk’ın kelâmı için âyine olmuştur. Kur’ân-ı Kerîm Cebrail’e indirilmedi ki, Resûlullah Efendimiz’e indirildi. Fesübhânallah. Cenâb-ı Hakk irfansızlıktan bizleri muhafaza eylesin.

Güzel evlâdım, Duhâ sûresine tekrar nazar edip dönersek oradaki “elem yecidke” kelâmından murâd lûgattaki “bulmak” mânâsında değildir. Hak Teâlâ neyi kaybetti ki bulacak? Hâşâ, kâinatı dolaşıyordu da Mekke-i Mükerreme’de en uygun kişiyi, güzel ahlâklı bir yetimi mi bulmuş! Mümkün mü böyle bir şey? Peki nedir? Bu kelâmda geçen mânâ “bulmak” mânâsına değil “icad” mânâsınaadır. Yani buna göre “Rabbin seni yetim olarak îcad etmedi mi? Yaratmadı mı ve böylece seni muhafaza etti.” ‘Yetim’ kelimesi için müfessirler genelde insanların anladığı mânânın uzak olmadığını söylemişlerse de, burada zikredilen yetimin “dürr-i yetim” olduğunu ifade eylemişlerdir. Tam karşılığı “yetim inci”dir. Bu tâbir, eşi benzeri olmayan nadide inciler için kullanılır ki çok çok ender bulunup başka hiçbir inciye benzemeyecek özelliğe sahip kıymetli inci mânâsınadır. Dürr-i yetim olarak tefsir edilirse “Rabbin seni eşi benzeri olmayan bir inci gibi îcad eyledi de kıymet bilmeyen câhiliye gürûhu arasında muhafaza etmedi mi?” manası verilir. Şimdi bu burada kalsın.

“Dall’en” tâbirine gelince. Bazı terbiyesiz herifler Duhâ süresindeki bu âyeti okuduklarında “Sen sapmış olarak bulundun da Allah sana hidayet etmedi mi?” gibi ancak Resûlullah’a düşman olanların söyleyebileceği sözler sarfediyorlar. Hak celle ve âlâ Kur’ân-ı Kerîm’in şikâyetinden emin eylesin ve bu zâtlar hakkındaki şikâyetlerimizi îmânımıza delil eylesin. Neûzü billah(Allah’a sığınırız.). Bir kere “dall” kelimesinin lûgatta birçok mânâsı vardır. Amma Kur’ân-ı Kerîm’de geçen kelimelere mânâ verilirken muhakkak Kur’ân-ı Kerîm’in tamamında o kelimenin başka şekilde kullanılışına müracaat lâzımdır. Kur’ân’ı yine Kur’ân tefsir eder. Sûre-i Yusuf’ta Yusuf(as),un Mısır’dan gömleğini babasına gönderdiği esnada, babası Hazret-i Yakub(as) yanındakilere “Sizler bana çok yaşlandığı için şaşırıyor, demeseniz ben hakîkaten Yusuf’un kokusunu duyuyorum.” dedi. Sûre-i Yusuf’un 95. âyet-i kerîmesinde Yakub(as)’un bu sözüne karşılık yanında bulunan ümmetinden olan kişilerin “Allah’a yemin ederiz ki, sen hâlâ eski şaşkınlığında devam ediyorsun.” dedikleri buyrulmaktadır. Müfessirler bu âyet-i kerîmenin tefsirinde dalâl kelimesinin “sapkınlık ve hidayetten mahrum olmak” şeklinde tefsirinin söz konusu olamayacağını söyleyerek böyle bir durumda yanındakilerin kâfir olması îcab eder, demektedirler.

Zîrâ peygambere sapık demek kişinin kâfir olması demektir. Bunun için dalâl kelimesi ne yaptığını bilmeyecek kadar muhabbet üzre olmak, muhabbetinden dolayı etrafına aldırmamak demektir. O halde Duhâ süresindeki âyetin tefsiri meâlen “Sen Rabbine muhabbetinden dolayı bu coşkun hal üzereydin. Hak celle ve âlâ sana vuslatını ve kendisine kavuşacağın sırat-ı müstakimini belli beyân kılmadı mı, seni Rabbine âşık olarak îcad etti de sonra bu muhabbetin îcabı olan kurbiyyete(yakınlığa) mazhar kılmadı mı?” şeklinde ifade edilebilir. Sûrenin devamındaki âyetlere ismini zikrettiğim tefsirden bak. Şu andaki hâlet-i ruhiyem daha fazlasını yazmaya müsait değil.

Amma şu kadarını söyleyeyim ki; sûrenin devamındaki âyetlerde geçen yetim, sâil kelimelerinde muazzam derinlikte mânâlar ve mefhumlar vardır. Ayrıca kalb-i Muhammedîye’ye işaret vardır. Kalbinle mütalaa et, ruhunda bu mânâ zuhûr edecektir. Âlim, Allah Teâlâ’nın râzı olduğu hissiyata mazhar olmuş zâta denir. Sadece metin okumakla âlim olunsaydı bizim buradaki papazlara da âlim denirdi. Zîrâ onların dinimiz hakkında epeyce malûmatları vardır. .
--------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------

SON
Devamını Oku »

Mehmed Feyzi Efendi'nin İlimler ve Ulema Hakkındaki Sözleri



İlim Dallarıyla ve Âlimlerle İlgili Sözleri

Kendi bildiğimize Kur’an’dan ve Hadis’ten mânâ çıkaramayız; onunla amel edemeyiz. Ancak ulemânın (müçtehit âlimlerin) kâide-i mukarreresi (yerleşik kuralları) altında mânâ istihrâc edip, ona göre amel etmeliyiz.”

İlim insanı bütün kötü şeylerden korur.Allah’ı bilen, O’ndan en çok korkandır. Allah’ı bilmeyen ise, O’ndan ne korkacak?!..”

İlmin de kendine mahsus bir zevki vardır.İmâm-ı A’zâm Efendimiz: “Eğer sultanlar, bizim içinde bulunduğumuz, ilimden aldığımız zevki bir bilseler; üzerimize ordular gönderirler de elimizden alırlardı” diyor. Ama ne çâre!.. Anlayamadıkları için zevki başka yollarda arıyorlar!”

(9)- Dünya’nın Yuvarlaklığı:

Namaz içinde kıbleye teveccühün şart-ı dâim oluşu, arzın kürevî oluşuna delâlet eder.

(19)- Mesâil-i Dîniyye:

Mesâil-i dîniyyenin usûlen olsun, furûan olsun hepsinin derin hüccetleri, bürhânları ve parlak felsefeleri vardır; basit gösterenler yanılıyorlar.

(23)- Kulaktan Âlim Olmak:

Sohbet-i Nebeviyye berekâtıyla o ümmî kavim kulaktan âlim oldular; Nûr-u Nübüvvet’le sıvarıldılar.

(30)- İrşâd:

Kur’an’ın irşâdından, Ehâdîs-i Nebeviyye’nin irşâdından, ulemânın irşâdından başka çâre yoktur.

(639)- Fetret Devri ve Çoban Hikâyesi:

Çoban hikâyesi fetret devrine aittir. Fetret devri olmayınca, cehil özür olmaz; öğrenmek lâzımdır. Fetret devrinde dahi, dünya ricâlullahtan boş değildir.

(31)-Kur’an’ı Anlamak:

Kendi bildiğimize Kur’an’dan ve Hadis’ten mânâ çıkaramayız; onunla amel edemeyiz. Ancak ulemânın kâide-i mukarreresi altında mânâ istihrâc edip, ona göre amel etmeliyiz.

(41)-Tekrarın Güzelliği:

Aynı mevzuları tekrar tekrar söylüyorum ama tekrara da ihtiyaç var.

(49)- Âlemler:

Cisim âlemi Arş’da tamam olur. Arş’a felek-i atlas diyorlar. Arş’ın fevki âlem-i emirdir. Orada icat, maddeden müddet zarfında değildir. Arş’ın altı cisim âlemidir. Arş, bütün avâlimi ihâta etmiştir.

(57)- Hareket:

Güneşin hareketinden harâret; harâretinden de câzibe hâsıl oluyor. Güneş, câzibesi ile yıldızları tutuyor. Kamer, Cenâb-ı Hakk’ın“Mübîn” isminin mazharıdır. 28 menzili bir ayda dolaşıyor.

(61)- Seyr-i İlim:

Seyr-i ilim Kur’an’la başlar; yine Kur’an’la nihayet bulur. Kur’an’ın meânî-i adîdesi vardır. Hakâikı, bitmeyen, tükenmeyen deniz dalgaları gibidir.

(818)- Efdaliyyet Dereceleri?

Sohbetin bereketi çok fazladır. Bu sohbet bereketiyle ashâb-ı kirâm, ümmetin en fazîletlisi oldular. Enbiyâdan sonra nâsın efdali, başta Ebû Bekir (r.a.) Efendimiz olmak üzere, hulefâ-i râşidînve alâ merâtibihim diğer ashâb-ı kirâmdır. Ondan sonra, kibâr-ı tâbiîn ve müçtehitlerdir. Daha sonra, evliyây-ı izâm hazerâtı gelir.

(844)- İlim Korur:

İlim insanı bütün kötü şeylerden korur. Allah’ı bilen, O’ndan en çok korkandır. Allah’ı bilmeyen ise, O’ndan ne korkacak?!..

(845)- Talebe Olarak Ölmek:

İnsan, talebe olarak hayatını devam ettirir ve öyle kabre girerse, Allah kıyâmete kadar onun ilmini tamamlar.

(846)- İlmin Kendine Has Zevki:

İlmin de kendine mahsus bir zevki vardır.İmâm-ı A’zâm Efendimiz: “Eğer sultanlar, bizim içinde bulunduğumuz, ilimden aldığımız zevki bir bilseler; üzerimize ordular gönderirler de elimizden alırlardı”diyor. Ama ne çâre!.. Anlayamadıkları için zevki başka yollarda arıyorlar!

(847)- İlmin İzzetini Muhâfaza:

İlmin izzetini muhâfaza için vakar; neşr-i ilim için hilim ve sabır lâzımdır. Aynı zamanda, sözünün tutulması için de ilmi ile âmilolmalıdır.

(848)- Talebenin Fâsık Olması:

Talebeliğinde fıska meyyâl olan kimse, ya genç yaşta ölür veya kıyıda-köşede kalır; hiçbir sözü îtibâra alınmaz!

(859)- Eski Felsefeciler:

Eskiden felsefeciler semânın hark ve iltiyâmını kabul etmezlerdi; semâvâtın kıdemine kâildiler. Bunun için Mi’râcmeselesinde inkâra gitmişlerdir. Şimdi mâdem atom keşfolundu, bizim âkîdemizi bi’l-mecbûriye kabûl etmeleri, tasdîk etmeleri lâzımdır. Kabul etmiyorlar, yine diretiyorlar! Sonra da kaba-saba yoğun adamlar, tonlarca yüklerle küre-i kamere gittiklerini iddia ediyorlar! Rasûl-i Ekrem (s.a.) Efendimizin ruhunun çıktığı makama engel olmayacak derecede letâfet ve nûrâniyet kesbetmiş vücûd-i şerîflerinin Mi’râcını niye inkâr ediyorlar?!..

(860)- Uzaya Gidenlere Tavsiye:

Onlar çalışsınlar da, melekûtu görecek bir gözle çıksınlar! O zaman, Beytü’l-İzzet’deki kütüphaneyi ziyaret etsinler! Oradaki Kur’ân’ın bir sahîfesinin fotoğrafını alsınlar! İşte o vakit müslümanlar onları nasıl alkışlayacaklar bakalım!..

(867)- Sadece Bilgiye Güvenmemek:

İbn Sinâ felç oldu; ilmine güvenerek kendini tedâviye ne kadar uğraştı ise muvaffak olamadı, ilmi fayda vermedi. Kasîde-i Bürdesahibi İmam-ı Bûsirî Hazretleri de felç oldu. Fakat o Peygamberimizden şefaat istedi. Rüyasında Peygamberimiz onu meshetti; bir anda felç illetinden kurtuldu, eskisinden daha sağlam oldu!

(870)- Bazı Din Adamları:

Bazı din adamları bid’atlarla uğraşıyorum diye, dinin furûâtının incelikleriyle o kadar meşgul oluyor ki, beri tarafta adam namaz kılmıyor,  içki içiyor, kumar oynuyor!.. Hâsılı en kuvvetli farzları terkedip, en şiddetli haramları işliyor da görülmüyor! Nerde dal-budak mesâbesinde meseleler varsa onlarla uğraşılıyor!

(886)- En Güzel Meslek?

En güzel meslek talebeliktir. Talebelik, ölünceye kadar devam etmelidir.

(887)- Günâhlar İlmin Feyzine Engel Olur:

Sefehât ve günâhlardan son derece kaçınmalıdır ki feyiz gelsin. Feyiz olmayınca ilminin başkalarına tesiri olmaz.

(888)- Kabirde Talebeliği Devam Eder!

Tâlib-i ilim olarak ölen kimsenin talebeliği, aynen kabirde de devam eder. Derslerinden geri kalan, tekmil olunmayan kısımlarımuallim melekler vâsıtasıyla tamamlar. İlim tâlibinin, berzah hayatında da tekâmülü devam eder.

(68)- Müezzinler ve Âlimler:

Müezzinler ümenây-ı ümmettirler. Âlimler ise ümenây-ı rusüldürler.

(69)- Esrâr-ı Şerîat:

Esrâr-ı Şerîat inkişaf etmedikçe vâris-i Nebî olunmaz. Esrâr-ı Şerîat’a, müctehitler alâ tarîk’il- istinbat; evliyâ da alâ tarîk’il-keşf ulaşırlar.

(70)- Müfessirlerden Beyzâvî’ye Ta’rîz:

“Ehl-i Sünnet’im” dediği halde mühim bir müfessir, lillezîne ahsenû’l-husnâ ve ziyâdeâyetindeki[1] “ziyâde” kelimesini ilk tevcih olarak: vemâ yezîdühüm ale’l-mesûbeti tefaddulen diye tefsir ediyor!…[2]

(72)- Günü Gelince Hakikatların Zuhûru:

Hakikatler mahcûb değil, muhtecibtir. Zamanı gelince o hakikat, üzerindeki peçeyi atıverir.

(83)- Ulemâya Hürmetsizliğin Cezası:

İlme, ulemâya hürmet edilmeye edilmeye bu hale geldik. İlimden, ulemâdan uzak kalanlara Allah Teâlâ şu belaları musallat eder: a)- Başlarına bir zâlimi musallat ederb)- Adı bilinmedik hastalıklar verir c)-İşlerinde kesat ( bereketsizlik ) olur d)- En kötüsü ve en dehşetlisi de, şek üzere ölürler.

(95)- Ehl-i İlim ve İrşâdı Birbirinden Sormamak:

Bütün ehl-i ilme ve ehl-i irşâda ihtiram ediniz,sevgi gösteriniz. Fakat, birini diğerinden sormayınız. Çünkü, umduğunuz cevabı alamazsınız.

(97)- Zamanımızda:

Zamanımızda, “câze-yecûzü”’yü bilen, allâmeliğe; azıcık kalbi harekete gelen de irşâda kalkıyor!

(98)- Farzdan Evvelki Farz:

Farzdan evvel farz: İlim; farz içinde farz: İhlastır.

(102)- Hidâyet Lambaları:

Ulemâ hidâyet misbahlarıdır.

(103)- Âlimleri Gıybet:

Ulemâyı zem ve gıybet edip de felâh bulan yoktur.

(104)- Selefin Âdeti:

Selef-i sâlihîn, çocuklarını ilme-ulemâya teslim etmezden evvel, geçimini temin edecek terzilik, saatçılık ve hattatlık gibi bir sanat öğretirlermiş. Tâ ki, ilmi dünyaya âlet etmesinler.

(106)- Osmanlı Türklerinin İlme ve Ulemâya Hürmeti:

Âl-i Osman, değil ilme-ulemâya, kisve-i ilmiyyeye dahi ta’zîm etmiştir. Bu hürmet ve ta’zîm, ne Abbâsîler’de ne de Emevîler’de vardır.

(107)- Lüzûm ve İltizâm:

Lüzûm başka, iltizâm başka… Ulemâmız: “Lâzımı mezheb, mezheb değildir” demişlerdir.

(108)- Ulemâmızda İnsan Sevgisi:

Esas insan sevgisi ulemâmızdadır. Onlar daima, ümmeti kurtarıcı tarafı iltizâm etmişlerdir.

(121)- Cumhûra Muhâlefet:

Cumhûra muhâlefet kuvve-i hatadan ileri gelir.

(143)- İlme Nazar:

İlme nazar, nâfile ibâdetten efdaldir. Çünkü, ilmin menâfii teaddî eder. İbâdetin menâfii ise kendine râcîdir.

(144)- Bu Yara ve Belâların Sebebi:

Bu yaralar hep ilmi ve ulemâyı terzîlden kaynaklandı.

(146)- İlm-i Nâfi’:

Herhangi bir ilim, takvâya mukârin ise ilm-i nâfîdir. Yoksa, ilm-i gayri nâfîdir.

(147)- Mikroplar:

Mikroplar umûmî yerlerde kümelenir. Câmilere mikrop girse de, zikrullah nûru ile istihâle olur.

(171)- Bu Din:

Bu dîn-i mübîn-i İslâm, sağlam ve temiz ellerden gelmiştir bizlere. Alâ merâtibihim hepsine ihtirâm etmeli.

(181)- Sofiyyenin İlmi:

Sofiyyenin ilmi, hâldir; kâl’den ibâret değildir.

(182)- İlmin Evveli Ve Sonu:

İlmin evveli acıdır; sonu ise çok tatlıdır.

(191)- İbn Sînâ:

İbn Sînâ, çok mâlûmât sahibiydi; ayaklı kütüphane gibiydi. Fakat mârifetullâhta Yûnûs Emre’ye yetişemedi.

(192)- Kastamonu’da 1943 Zelzelesi:

1943’deki zelzelede bu hapishânede idim.[3]O zamanlar hapishânede gece saat 12’den sonra ışıklar sönüyordu. Zelzele sırasında koğuşta yeşil bir nûr zuhûr etti. O karanlıkta birbirimizi gördük. Zelzelenin sebebini sonradan öğrendim: 580 cilt kitabımı[4]evden kum arabalarıyla karakola almışlar. Karakolda da rasgele yığmışlar. Paspas yaparlarken kitaplara kirli ve paslı suları sıçratarak hürmetsizlik yaptılar. Onları bu halde görünce yüreğim parçalandı. Anladım ki, gazab-ı İlâhî ve anâsır hiddete gelmiş.

Allah Teâlâ bu milleti gazabıyla helâk etmesin. Âmin…

(193)- Âdem (a.s.)’a Bildirilen İlimler:

Bütün lisanlar, fenler ve ilimler Âdem (a.s.)’a bildirildi. Âdem (a.s.)’ın terakkîsi ilimle, ta’lîm-i esmâ ile oldu. Enbiyânın mizâc-ı şerîfleri üstün olduğu için, terakkîleri de def’aten olurdu.

(196)- İlim Gıdadır:

Aklın, kalbin, rûhun, sırrın hafînin, ahfânın gıdası ilimdir.

(301)- Faydasız İlim:

İlim haşyet ister. Haşyete mukârin olmayan bir ilim, ilm-i gayri nâfidir. Faydasız ilimden Rasûlullah (s.a.) Efendimiz Allah’a (c.c.) sığınmıştır.

(316)- Kanâatın Güzel Olmadığı Yer:

Rızk-ı sûrîde iktisad, kanâat güzeldir. Rızk-ı mânevîde ise güzel değildir.

(302)- İlmin Taalluku:

İlim sıfata taalluk eder; zâta değil.

(322)- Usûlü’d-Dîn Âlimlerinin Tefriki:

Ulemâ-i usûli’d-dîn, lüzumla-iltizâmı; mezheble-lâzım-ı mezhebi tefrik ettiler.

(327)- Ekâbirin Eserleri:

Ekâbir, eserlerini Fahr-i Âlem’e tasdik ettirir.

(331)- Müsellemât ve Fer’iyyât:

Dinin yüzde doksanı müsellemâttır. Yüzde on mesele fer’iyyâtır. İctihâdât-ı ulemâ bu yüzde on meselede cârîdir.

(332)- Âlimlere Karşı Edeb:

Ulemâyı rencide etmek, terzil etmek câiz olmaz. Bazı hataları varsa, munsıf hareket etmek lâzım. Tamamıyla tahtıe etmek[5] câiz değildir.

(351)- Merak:

Merak, ilmin hâcesidir.[6]

(365)- Tufeylî Bilgilerin Anlatılması:

Ulemânın, halka tufeylî mâlûmât sunmaları, anlatmaları, alâmet-i âhir zamandandır.

(344)- Mâneviyâta Hürmetsizlik Olur!

Maddiyatta şiddet peydâ etmiş, gabî ve kaba kimselere, mâneviyyâtın inceliklerinden bahsetmek, mâneviyyâta hürmetsizlik olur.

(524)- Devlet Hazinesinde Âlimlerin Hakları Vardır:

Ulemânın, ganâimden, beytü’l-malden hisseleri vardır. Burada verilmez ise âhirette alacaklar.

(527)- Âlimlerin Türleri:

Ulemâ-i makbûlîn üç nevîdir:

a)- Âlim-i billah b)- Âlim-i bi-emrillah c)-Hem âlim-i billah, hem âlim-i bi-emrillah. Hepsi de verese-i enbiyâdır.

(560)- Kur’ân’ın Her Harfi:

Her harf-i Kur’ân’da, Kur’ân yazılıdır. Her harf-i Kur’ân’ı hayattar bilmeyen, âlim değildir. Müçtehitlere bu sır zâhir oldu. Onun için müçtehitlik en büyük makamdır.

(561)- Fütühât’ın Hatmi:

İmâm-ı Şa’rânî: “Fütühât-ı Mekkiyye’yi günde iki buçuk defa hatmederdim” diyor.

(554)- İlâhî Tâlim:

İlâhî tâlimin dâru’l-fünûnu  takvâdır.

(555)- Faydasız İlim:

Takvâya mukârin olmayan ilim, ilm-i gayr-i nâfidir.

(571)- Râsih Âlimlerin Duâsı:

Ulemâ-i râsihûnun duâsı: Rabbenâ lâ tuziğ gulûbenâ ba’de iz hedeytenâ ve heb lenâ min ledünke rahmeh inneke ente’l-Vehhâb.[7]

(586)- Ulemâya Kıymet Vermek:

Biz ulemâmıza, ilminden-fazlından dolayı kıymet veririz, ihtirâm ederiz.

(549)- İrşâd Nasıl Olmalıdır?

İrşâd, insan hilkatine, fıtratına uygun ve tedrîcî olmalıdır.

(595)- Şer’î Istılahların Farklı Oluşlarındaki Hikmet:

Farz, vâcip, sünnet, haram, mekrûh gibi şer’î ıstılahlar, Cibrîl (a.s.)’ın vahyi aldığı makamlardan dolayı değişiyor.

(605)- Ruh Hakkında Bilgi:

Rasûlullah Efendimize ruhun mâhiyeti bildirildi. Bunun için kendisi ruhu bilirdi. Ama ifşâ etmediler. Bilmek, hemen ifşâyı gerektirmez.

(610)- Tesâdüf Yoktur:

Rast geldi, tesâdüf etti denmez; tevâfuk etti denir. Tesâdüf diye bir şey yoktur. Her şey Allah Teâlâ’nın ilm-i irâdesiyledir.

(618)-Derviş Olsaydım:

Eğer derviş olsaydım, dîvâneliği kabul edecektim. Ama talebe olduğumdan ve izzet-i ilmiyyeye zarar vereceğinden, kabul etmedim.

(616)- Tokat Yemek:

Tokat yemeden terbiye görülmez.

(621)- Şahsıma Yapılan Haksızlıkları Helâl Ettim:

Benim yüzümden ne dünyada, ne de âhirette kimseye zarar gelmesini istemem. Şahsım nâmına neler yaptılarsa hepsini helâl ettim. Ama ilme ve ulemâya ait haklara karışamam.

(661)- Geri Kalmışlığımızın Nedeni:

Maddî sahada geri kalmışlığımız, âyât-ı tekvîniyyeyi ihtiva eden kitâb-ı kebîr-i kâinâtı iyi okuyamadığımız; îcâd kanunlarına göre uygun şartlar altında çalışamadığımız içindir.

(657)- Mârifetin Ölçüsü:

Mârifet takvâ ölçüsündedir. Müminin dâru’l-fünûnu takvâdır.

(442)- Peygamberlerden Sonra Derece Kimindir?

Enbiyâdan sonra derece ulemânındır. Ulemâ için mahşerde minberler kurulacak; enbiyâdan sonra kendilerine şefâat hakkı verilecek.

(451)- Muhammed (s.a.) Ümmetinden Maksat:

Hiçbir ümmet, peygamberlerinin kelamlarını, ümmet-i Muhammediyye gibi senedâtıyla, an-aneleriyle muhâfaza edememiştir. Ümmetten murâd, ulemâdır; itibar bu kısmadır. Diğerleri tufeylîdir.

(452)- İhânet Eden Âlimler:

Ulemâ -dünyaya meyletmedikçe, mansıp-makam peşinde koşmadıkça, ümerâ kapılarına devam edip dalkavukluk yapmadıkça- ümenây-ı rusuldürler. Aksi takdirde, rusül hâinleri olurlar.

(453)- İttifâk-ı Ulemâ:

İttifâk-ı ulemâ, hüccet-i kâtıadır.

(466)- Din İlimlerinde İhtisas:

Her meslekte olduğu gibi, ulûm-ı dîniyyede de rusûh lâzım, ihtisas lâzım.

(480)- Câmilerin İmârı:

Câmilerin îmârı ibâdetle, zikirle, ilim taallüm etmekle olur.

(513)- Mâverâünnehr Ulemâsı:

Semerkant, Taşkent, Buhârâ… tâ Serhend’e kadar olan yerlerdeki ulemâya ulemâ-i Mâverâünnehr denir. Onlar i’tikatta Mâturîdî; amelde Hanefî mezhebindedirler ve çok mazbutturlar.

(672)- Yumuşaklıkla ve Isındıra Isındıra İrşâd Etmek:

Ben yapamam dedirtinceye kadar güçleştirmemek, zorlaştırmamak lâzım. Nasihati, irşâdı, ısındıra ısındıra, okşaya okşaya, ünsiyet ettire ettire, rıfk ile, tekâmül-i tedrîcî düsturuna riâyetle yapmalıdır.

(673)- Her Müminin Vazifesi:

İlmi, ulemâyı ve âsâr-ı ilmiyyeyi i’zâz, her müminin vazifesidir.

(674)- Kimlere Buğz Edilmez?

Mümine, âlime, ulemâya buğz câiz değildir.

(717)- Basîret Nûruna Erişme:

İnsan takvâ nisbetinde; kalbinde fehim, gözünde basîret nûruna erişir ve ilâhî tâlime mazhar olur. Müminin dâru’l-funûnu takvâdır.

(729)- Evvelâ İlim Lâzım!

Bilgisiz, ne dünya olur; ne âhiret! Evvelâ ilim lâzım. Farzdan evvel farz ilim; farz içinde farz, ihlâstır.

(737)- Nezâketle Uyarmak:

Emr-i bi’l-ma’rûfu nezâketle yapabilirse yapacak. Evvelâ kendinden, çoluk-çocuğundan, akrabasından başlayacak. Yapabildiğini yapacak; yapamadığını da Hak’dan niyâz edecek.

(220)- Sultan Fâtih:

Sultan Fâtih, Peygamber (a.s.)’ın meth-ü senâsına mazhar oldu. Altı lisan bilirdi. Çok büyük âlimdi, müfessirdi. İctihâd mertebesine çıkmıştı. Kâmûs-u Arabî’yi ezbere bilirdi; ezberinden ulemâya arz etti.

(222)- Risâle-i Nurları Nasıl Okumalı?

Risâle-i nûrları tekrar tekrar okumak lâzım; sathî değil. Bütün duygular ve latîfelerle teveccüh ederek okumalı ki, her duygu, her latîfe hissesini alsın.

(254)- Beden İlmi-Din İlmi:

İmâm Şâfiî, ilmi ikiye ayırmış: (el-ilmü ilmân): İlmü’l-ebdân ve ilmü’l-edyân. Önceliği beden ilmine vermiş. Çünkü sıhhat çok mühimdir. Mîzaç bozulursa, kafa da bozulur, akîde de bozulur.

(271)- Dört Türlü Sır:

Alâ merâtibin dört türlü sır vardır: Esrâr-ı kader, esrâr-ı risâlet, esrâr-ı ulemâ, esrâr-ı ümerâ.

Esrâr-ı kader inkişâf etse, enbiyânın risâletinin bir anlamı kalmaz.

Esrâr-ı risâlet inkişâf etse, ulemânın bir kıymeti kalmaz.

Esrâr-ı ulemâ inkişâf etse, ümerânın bir kıymeti kalmaz.

Ümerânın esrârı inkişâf etse, kanûn-nizâm kalmaz; nizâm-ı âlem bozulur.

Şimdi, ümerânın bileceğini, kahveci çırakları bile biliyor! Bunlar, kıyâmet alâmetlerindendir.

(370)- Bu Zamanda Fıkıh İlminin Luzûmu:

Bu zamanda hadîs ve tefsîrden ziyâde, Fıkıh ilmini[8] öğrenmek lâzımdır.

(372)- Zemzemin ve Kâbe Toprağının Yeryüzüne Dağılması:

Nûh tûfânında, Kâbe toprağı ve zemzem yeryüzünün değişik bölgelerine dağıldı.

(377)- Ahz-i Mîsak Anında İnsan Zerreleri:

Ahz-i mîsak anında Âdem (a.s.)’dan çıkan zerreler, küre-i arzı tamamen doldurmuştu. Birinci safta enbiyâ; ikinci safta evliyâ ve müminler; üçüncü safta ise münâfık ve kâfirlerin ruhları bulunuyordu. Cenâb-ı Hak; enbiyâya, evliyâya ve müminlere Cemâl tecellîsinde bulundu. Onun için elestü bi Rabbiküm hitâbına tav’an belâ dediler.[9]

(381)- İlmin Bereketi:

İlmin bereketi ve fâidesi, üstâda olan bağlılık, hürmet ve hizmet iledir.

(388)- Âhirette Şefaat Edenler ve Edilenler:

Hesaptan sonra Cenâb-ı Hak; enbiyâya, evliyâya, şühedâya ve âlimlere şefaat hakkı verir. Fâsık Müslümanlara, ameli kifâyet etmeyen müminlere şefaat ederler.

(400)- Hangi Kitaba ve Hangi Zâta Yapışalım?

Okunan kitaplar, kendisiyle sohbet edilen zâtlar, insana yakîn-i îmâniyye ve muhabbetullah veriyorsa, ne âlâ! Aksi takdirde, o kitapları kapatmak, o zâtlardan uzaklaşmak lâzımdır.

(423)- Müminlerin Sanatı Takvâdır:

Müminin dârü’l-fünûnu takvâdır. Takvâ, emirlere uymak; nehiylerden sakınmaktadır. Bunun erbâbına müttakî derler. Takvâ, müminlerin sanatıdır.

(424)- Hz. Âişe’nin İlmi:

Hz. Âişe (r.anhâ) vâlidemiz, hücresinden, Mescid-i Saâdet’e bir pencere açtırdı. Onun için hem sahâbeye söylenen hadîsleri, hem de kendisine söylenenleri zaptederdi. Hz. Âişe (r.anhâ), hem hâfıza, hem müçtehide, hem edîbe…her bakımdan mükemmeldi. Her sene hacceder; Arafat’da iken, çadırının etrafı kendisine soru soranlarla dolardı. O da onlara, çadırın içinden doğru cevaplar verirdi.

(432)- Âlimlerin Nurları:

Ulemâ, nurlarını mişkât-ı nübüvvetten alıyor. Bütün akıllar, onun aklından; bütün nurlar onun nurundan taksim olunmuştur.

(437)- Fetvâ Şartlara Göre Değişir:

Şartlar değişince, fetvâ da değişir. Doktor dindar olacak, mâhir olacak. Müftî de âlim olacak.

(750)- Kitaplar Eczâne Gibidir:

Her kitapta, her gördüğümüzü piyasaya çıkartmak olmaz. Kitaplar eczâne gibidir.Nasıl, ilaçlar derde devadır diye rasgele verilmez; doktor reçetesi ile veriliyorsa, kitaplardaki bilgiler de öyledir. Mîzânla verilmeli, ölçülü olmalıdır.

(758)- Ebû Tâlib-i Mekkî Hazretleri:

Ebû Tâlib-i Mekkî Hazretleri, helâlden ekletmek için, ot yiye yiye vücûdu yemyeşil çıktı! Kûtu’l-Kulûb adlı eserini bundan sonra kaleme aldı.[10]

(783)- Usûl ve Fıkıh İlmi:

Üstâd: “Fıkıhta Şâfiî fıkhı üstündür; usûlde ise Hanefî usûlü üstündür” derdi.

(784)- İlmin Ortadan Kalkması:

İlmin ref olması demek, ulemânın kalplerinden ilmin alınması demek değildir. Ulemânın inkırâzı ve terzîli sebebiyle ilim ortadan kalkacak. İlmin ref olması, cehlin zuhûru, kadınların çoğalması kıyâmet alâmetlerindendir.

(796)- İlmin Yeniden İnkişâfı İçin:

Çoktan beri ehl-i ilim tezlîl edilmiş, ilim ehline hürmetsizlik edilmiş. Şimdi bizim vazifemiz, ulemâyı ve talebe-i ulûmu i’zâz etmektir. Bu sayede ilim yeniden inkişâf eder.

(802)- Âlemin Kıdemine Kâil Olanlar:

Eski hukemâ, âlemin kıdemine kâil oldular.[11] Ulemâ-i İslâm ise, Cenâb-ı Hakk’ın âlemi,cüz-i lâ yetecezzâ[12] olan cevher-i ferdden halkettiğini ve hâdis olduğunu isbât ettiler. Hukemâ, semâvâtın hark ve iltiyâmını[13] da kabul etmezlerdi. Halbuki şimdi aya gittiler. Yoğun, kaba-saba adamların aya gittiğini kabul ediyorlar da; bütün vucûd-ı şerîfleri nûrâniyyet kesbetmiş olan Peygamberimiz’in Mirâcı’nı neden kabul etmiyorlar?!

(803)- Atom Parçalanmaz!

Cüz-i lâ yetecezzâ adı altında atomu ilk keşfeden, İslâm ulemâsıdır. Atomun parçalandığını söylüyorlar! Hayır! Yanılıyorlar; atom parçalanmaz. Tekessür[14]ve tevessü[15] ediyor.

(816)- Yazarak Öğrenmek En Sağlam Yoldur:

Yazarak öğrenmek en sağlam ve en iyi yoldur. Bu husus, İkra’ ve Rabbüke’l-Ekram ellezî alleme bi’l-kalem âyetiyle[16] tebeyyün etmiş oluyor.

[1] Yûnus, 10/26.

[2] bkz. Beyzâvî, III, 11.

[3] Şu durumda bu bina, vâlilik binasının yanında yer almakta ve Kültür Sarayı olarak tekmil ve ıslah edilmiş durumdadır.

[4] Bu sayı o zamana göredir. Şu halde bu sayı en az yüz cilt daha artmıştır.

[5] Hatalı görmek ve suçlandırmak.

[6] Hocasıdır. Yani, ilgilenme, bilgilenmeyi gerektirir.

[7] “Rabbimiz! Bizi doğru yola erdirdikten sonra kalplerimizi eğriltme! Katından bize rahmet bağışla! Şüphesiz Sen, sonsuz bağışta bulunansın.” (Âl-i İmrân, 3/8).

[8] Özellikle ilmihal bilgisi. Zira bu ilim herkesin üzerine farz-ı ayndır. Tefsîr ve hadîs ilmi ise farz-ı kifâyedir.

[9] A’râf, 7/172.

[10] İhyâu Ulûmiddînin temelini oluşturan bu kitap, tasavvufta çok önemli bir kaynak eserdir. Efendi Hazretleri bu kitaba çok değer verirlerdi.

[11] Eski felsefeciler ve tabiatçılar, evrenin ebedîliğini ve sonsuzluğunu iddia etmişlerdir.

[12] Parçalanma ve taksimi kâbil olmayan, cisimlerin en küçük parçası atomlar.[13] Hark ve iltiyâm: Yırtılma ve kapanma.[14] Tekessür: Çoğalmak. Efendi Hazretleri, önceki beyânında atomun eneji neşrettiğini belirtmişti.[15] Tevessü: Genişlemek. feyizler.org

http://www.kastamonur.com/18004-2/
Devamını Oku »

Kendimiz, derdimiz; niyetimiz, seferimiz; bilgimiz, azığımızdır...

Kendimiz, derdimiz; niyetimiz, seferimiz; bilgimiz, azığımızdır...

………

Bir mümin için asıl olan Hayat’tır; dünya ve âhiret yalnızca birer sıfattır; sıfatı bırakıp mevsûfa, dolayısıyla zâta bakmalıyız. İnsân kuldur; muhâlif değil... Kul olmak ise, Varlık dâiresindeki her bir var-olanın, var-olma koşuluna uygun eylemesidir. İnsanın var-olma koşulu, düşünmedir/bilmedir; bu nedenle halîfedir; yani muhâtabtır; mükelleftir; mesûldür. Nitekim bu hakikati Âşık Paşa, Garîb-nâme’de şöyle dile getirir: “Aklun oldur tâ‘atı kim fikr ile / Dilün oldur ta‘atı kim zikr ile.” Peki! Neyi bilmeliyiz? Hz. Ali, yukarıda andığımız üç temel sorudan hareketle, insanın yine üç temel bilgi alanından bahseder: ilm min-eyne(:nere-den’in bilgisi), ilm fi-eyne(:nere-de’nin bilgisi) ve ilm ilâ-eyne(:nere-ye’nin bilgisi)...

Bilindiği üzere, ilm kavramı, Arapça’da bilgi anlamına geldiğinde, çoğul olmaz; bu nedenle bilgi parçalanmaz, parçalanamaz. Sonuçta ilm fi-eyne(:nere-de’nin bilgisi) topyekûn insanın hâlihazırda bulunduğu Evren’in bilgisidir. Bu nedenle insanın Dünya[: Evren] ile ilişkisi bir muhâlefet değil, bir bilgi ilişkisi olmalıdır. Ne diyor Âşık Paşa, Garîb-nâme’de: “Anlaya bu dünyanın ahvâlini / Âna göre bile kendü hâlini...” Öte yandan, ehl-i irfân, insanın üç yapı[:sûret, sîret ve heyʻet] ile üç niteliğin[:melekî, şeytânî ve âdemî] kombinasyonundan mürekkep olduğunu söyler. İnsan, insan olarak kaldığı sürece, bu kombinasyondan mutlak anlamda berî olamaz; yani bu kombinasyona kayıtsız kalamaz. Unutulmamalıdır ki, insan bir arayıştır; ne hep’te ne de hiç’te sâbitlenebilir; iki uç arasında, beyne’l-recâ ve’l-havf, salınım hâlinde olmalı; aramalı, ve dahî aranmalıdır.

Dünya’yı tedavî etmek gibi bir görevimiz yok; çünkü ‘fî: de’, geçici olarak bir mekânda bulunmaktır; yaşam geçicidir; ancak Hayat devam edecektir... Bize, düşen şu ya da bu olmak değil, sadece ve sadece insan olmaktır... Muhâlefete gelince, insan ancak, insana muhâlefet eder; bu anlamda, tarihî sürece baktığımızda, doğrudur, irfân siyâsî bir muhâlefettir aynı zamanda... Neye karşı? İnsanı, insanlıktan, kısaca kul olmaktan çıkartan her şeye karşı; öyle de olmalıdır... Ancak, irfân, Dünya’ya[:Evren’e] muhâlif değildir; tersine Dünya’yı bile, insan nefsinden korumak gerektiğini söyler.

Sonuç olarak, mevcûdât içinde, Evren’de, sorunlu ve sorumlu tek var-olan insandır; çünkü yalnızca anlamını arayan odur; başka bir var-olanın bir anlam arayışı bulunmaz; bu nedenle insandan başka hiçbir var-olanın tedâvîye ihtiyacı yoktur... İnsânın nihâî devâsı da anlamını bulmaktır; ancak biraz önce dediğimiz gibi, insan için bulmak değil aramak esastır... Madde ile ma‘nâ’yı şahsında birleştiren, bu nedenle de ara-da olan insan ara-yacaktır... Çok ilginçtir, Âşık Paşa, Garîb-nâme’sinde bunu şöyle dillendirir: “Kendü orta menzili dutmış-durur / Ol iki mülk ehlini utmış-durur”…..

………

yukarıda da dile getirdiğim gibi, bir mümin için asıl olan Hayat’tır; dünya ve âhiret yalnızca birer sıfattır; sıfatı bırakıp mevsûfa, dolayısıyla zâta bakmalıyız. Bakınız Âşık Paşa, bu gerçeğe şöyle işâret ediyor: Dünya dahı âhiret cânun-ıla / Karışıpdur tendeki kanun-ıla. Bu nedenle, İslâm, yaşam ile ölümü birlikte dikkate alan ve anlamın meta-fizik zeminini Tevhîd’de bulan, yani, biraz önce dediğimiz gibi, Tanrı’dan başka, Varlık’ta büyülü, sprituel hiçbir unsuru tanımayan, Evren’de ilâhlar varsaymayan, yaşamda kula kulluğu reddeden, bir Hayat Görüşü’dür... Bu inanç, salt vicdânî değil, aynı zamanda makûldür... İşte dediğim de tam budur: Günümüzde İslâm, makûliyetinden arındırılarak, salt vicdânî/psikolojik bir inanca indirgenmeye çalışılıyor... Bu tür salt vicdânî/psikolojik inanç da, takdir edersiniz ki, insanın anlam arayışı için bir şey ifâde etmez; dinî, siyâsî, iktisâdî, vb.. hakimiyet alanları için bir araç vâzifesi görür.

İzninizle, bir sıfat olarak kullanılan “İslâmî” sözcüğünü de tavzîh etmek istiyorum... Her şeyden önce şu mukaddimeyi vaz edelim: Her tür beşerî eylemimizi önceleyen ve kendine göre davranmamızı zorunlu kılan, aşkın (a-historic/meta-historic) İslâmî bir model yoktur... “İslâm”dan değil, “İslâmî model”den bahsediyorum... İslâm ilkeleri verir; bu ilkeleri benimseyen kişinin, müslümanın, hayat ile girdiği ilişki tatbikâtı oluşturur; bu nedenle bir yerde aynı ilkelerin tatbikinden kaynaklanan model ile başka bir yerdeki tatbikinden kaynaklanan model, şartların farklılığından dolayı, farklı olabilir. Burada şatrı ilkeler, şartı tarihî bağlam verir. Örnek olarak, “İslâmî matematik” diye bir şey yoktur; matematik yapan müslüman matematikçi vardır; benzer biçimde “İslâmî bilim” ya da “İslâm bilimi” diye bir şey yoktur. Müslüman bilim adamlarının yaptığı bilim vardır; alanı ne olursa olsun... “İslâm bilim tarihi” ya da “İslâm matematik tarihi”, bu anlamda, mecâzîdir ve İslâm coğrafyasında üretilen bilime ve matematiğe karşılık gelir, o kadar; başka değil; öyle derin, sözüm ona, İslâmî bir içerik aramaya gerek yoktur... “İslâmî iktisâd” da yoktur...

Böyle bir tanımlama, önceden verili, sâbit, değişmez, bir iktisâdî modeli var-sayar; bu da belirli bir mekân ve zamandaki iktisâdî uygulamalar ile İslâm’ı özdeşleştirme tehlikesi doğurur... Benzer durum ana-yasa için de geçerlidir; İslâm tarihine bakıldığında, ilkelerin tatbîkatı, uygulaması “kodifiye” edilmemiştir. Hele hele Devlet’in başkentinde, siyâsetin belirlediği, İslâmî diye nitelenen bir ana-yasa olmaz; İslâm’da ilkeler, bilginler tarafından, şartlar muvâcehesinde, dinamik bir biçimde, sürekli olarak yeni baştan yorumlanarak uygulanır; ve uygulamada sâbit, değişmez modeller değil, insanlar dikkate alınır... Tüm bunları söylerken, İslamî hayat görüşünün tarihî tecrübesi yok sayılmaz; yine Usûleynin koyduğu süreklilik ilkesi içinde tüm tarihî tecrübe tahkîk süzgecinden geçirilerek göz önünde bulundurulur elbette... Bu tür tavırlarda en büyük tehlike dini, salt formel bir uygulamaya, hukûka indirgemektir; bu da kaçınılmaz olarak, günümüzdeki anlamıyla selefî-vehhâbî yaklaşımı doğurur.......

………

Anadolu Selçuklu – Osmanlı, hatta Cumhuriyet tecrübesi, bize, bugünümüzü anlamada ve geleceği kurmada istikâmet verecek imkânları taşır. Unutmayalım, ibret, aynı zamanda bir noktadan başka bir noktaya geçiş demektir; tabîr gücümüz var ise, tarihte bir yerden bir yere geçiş imkânımız da vardır. Zâten bugün en büyük sorun, bizim kendi tarihî tecrübemizi kendimizin tabîr etmemesidir; edememesidir; başkalarının tabirleri, bizi başka yollara taşımaktadır... Bu nedenle, ilk iş, özelde kendi tarihî tecrübemizi, genelde küllî anlamda insanlık tarihini tabir etme gücünü elimize almak olmalıdır...; rü’ya görmeyen tabîr edemez; düş görmeyen, düşünemeyen yorumlayamaz. Kızılderililerin dediği gibi, “Ne zaman ki, kendi dertlerimizle ilgili düş görmeyi unuttuk, işte o zaman, beyaz adam karşısında yenilmeyi hak ettik”. Bizim için de aynısı geçerli değil midir?....

………

Uyuyan bir adamı uyandırmak kolaydır; ama uyuma numarası yapan bir adam çok zor uyandırılır. Bu deyişe bir de şunu ekleyelim: Derdi olmayan insanlar ise hiç uyandırılamazlar; çünkü onlar zâten ölüdürler; ama defn edilebilirler. Tembellere gelince; tembel, defn edilemeyen bir ölüdür. Durumun vehâmetini ihsâs ettirebildim mi bilmiyorum? Şöyle etrafınıza bir bakın lütfen; insanlar neye odaklanmış; ne için çalışıyor. Neye açsanız onun tokluğu için çalışırsınız; bu böyledir. Aklıma güncel pek çok örnek geliyor yakın zamanda yaşanan... Ama ilkemdir; kişilerle, öbeklerle uğraşmıyorum; çünkü derdi olan insan, işiyle; boş insan, k-işiyle uğraşır….

………

“İki asırdır düşünmediğimiz” yargısı bir yanılsamadır. Kimilerine göre bu bin yıldır böyle... Tarihî tecrübe bilinmiyor; malumât eksikliği var; ama öncüller olmadan kolayca çıkarım yapılıyor. Şimdi ben size bir soru sorayım: Bu yargıyı verenler, iki yüzyıllık zaman diliminde, bu topraklarda telif edilmiş hangi düşünce eserlerini okumuşlardır; ya da okuyabilirler mi? Daha ironik bir soru sorayım: Bu yargıyı dillendirenler, bu seviyeyi nereden elde ettiler; bu topraklarda mı? Bizim bilmediğimiz bir düşünce seviyesine erdiler de mi geçmişi ona kıyaslayıp olumsuz yargıda bulunuyorlar? Kıyaslama yapılmadan bir olgu-olay hakkında karar verilmez. “Düşünce” nedir? Bu soruya “ilmî-felsefî” bir yanıtları var mı? Gençliğimde ben de bu tür yargıları muhtelif, muhâfazakâr, İslâmcı, milliyetçi, sağcı, solcu farketmez mahfillerde çokça duydum; okudukları eserleri de biliyorum. Kusura bakmasınlar! Bir istekte bulunayım; öyle zor değil; en kolayından: Şeyhülislâm Mustafa Sabrî’nin, Mevkıf’inin, illiyet bahsini okuyup bir anlasınlar, ondan sonra gelsinler konuşalım... Sonra birlikte, Gelenbevî’nin Burhân’ını okuruz... Günümüzde günlük politik olgu ve olaylar üzerinde yazıp çizmek, bir iki Batılı düşünürün adını zikretmek, alengirli birkaç sözcük kullanmak düşünce sayılıyor...

Bu soruda ayrıca, müslüman derken, medlûlu nedir? Tüm İslâm coğrafyası mı? Türkiye mi kast ediliyor? Şunu anlarım: Çağdaş varlık felsefesimiz nedir? Bunun üzerinde konuşabiliriz? Ya da diğer felsefî-ilmî alanlardaki düşünce faaliyetlerimiz... Ama top-yekün iki asırdır müslümanların “düşünmenin imkânını” yitirmesinden bahseden kişi ya kendisi müslüman değildir –ki kendisi bir şekilde düşünüyor ve iki asırdır da dindaşlarının düşünmediğini söylüyor– ya da mesiyanik narsist bir tutum sahibidir... Düşünüyoruz; öyle olmasaydı; müslüman gençler olarak siz bu soruları soruyor olamazdınız. Ancak, düşüncemizin içeriğini, yöntemlerini, konularını, ifâde tarzlarını, vb. daha nasıl geliştirebiliriz; özellikle mevcud üzerinde günümüzdeki bilimsel etkinlikleri daha nasıl artırabiliriz gibi konularda yapmamız gerekenleri konuşuruz; konuşmalıyız da... İslâm, ölü bir gelenek değildir; yaşayan bir gelenektir; yol’dadır. Taşköprülü-zade’nin deyişiyle de “düşünmek yolda olmaktır”. Oturduğu yerden konuşanları da fazla ciddiye almayınız lütfen! Biz, yoldayız ve düşünüyoruz...

........

 

İhsan Fazlıoğlu - Soruların Peşinde (Papersense yay.)

 

 

 
Devamını Oku »

İlmin Temelleri Nerededir?

İlmin Temelleri Nerededir?

İlmi, medeniyetten ayırmak mümkün değildir. Son dö­nemlerde ilimler Batı’da büyük gelişmeler kaydettiler. Pek çokları, bugünkü duruma bakarak, ilmin kaynağının Avrupa olduğunu zannediyor olmasına rağmen konu araştırılınca, meselenin hiç de öyle olmadığı ortaya çıkıyor. Tarihin sayfalarını biraz karıştıran, Avrupa’nın çeşit­li ülkelerinden öğrencilerin, yüzyıllarca Endülüs’e (Kurtuba’ya) akışıyla karşılaşır. İslam dünyasında ilim, irfan, Batı ile mukayese edilemeyecek kadar gelişmişti. Meselâ Gustaue Le Bon’un belirttiğine göre, Halife II. El-Hakem’in kütüphanesinde altı yüz bin yazma kitap mevcuttur, bunların kırk dördü kataloğa aitti.(1)

Muhammed El Nedim’in 987’de "Fihristü’l-ulûm" adıyla yayınladığı eseri, Arapça, telif ve tercüme, bütün ilim dallarında yazılmış kitapların bibliyografyasıydı. Her yazarın, biyog­rafisine yer verdiği, tenkidini yaptığı eserine ele aldığı ya­zarların müspet ve menfî taraflarını belirten bir liste de ilave etmişti. X. yüzyılda, sâhip İbn-i Abbas gibi hüküm­darların kütüphanelerindeki kitaplar Avrupa’daki bütün kütüphanelerde bulunanların toplamından fazla idi.(2) Camilerin ekserisinde kütüphanenin bulunmasıyla yetinilmemiş, bazı şehirlerde umûmî kütüphaneler de kurul­muştu. Değişik kaynaklarda belirtildiği üzere, Moğollar Bağdat'ı zaptettikleri zaman, şehirde otuz altı kütüphane vardı.(3) Kahire’deki kütüphanede iki milyon yüz cilt ese­rin bulunduğu da zikredilmektedir.(4) Matematik, astro­nomi, fizik, kimya, botanik, tıp gibi ilimlerin ve İbni Sînâ, Fârâbî, Harezmî ve benzeri âlimlerin milletler arası şöh­ret kazanmaları, ortaçağda İslam üniversitelerinde ger­çekleşmiştir.

O dönemlerde yaşayanların bugünkü insanlara göre çok daha dindar olmaları ömürlerini ilme vermelerini engellemiyordu. Bilim, dinin ikiz kardeşiydi; Kur’an’ın övdüğü âlimleri Hz. Peygamber de, "Bilgiyi aramak için yurdunu ye ocağını terk eden, Allah’a giden yolun yolcu­sudur", "Âlimin mürekkebi, din uğruna şehit düşenlerin kanından daha mübârektir" gibi hadîslerle üstünlüklerini ifade ettikleri için başka türlü olamazdı. Fakat Batılılar aldıklarını kendi ambalajlarına iyi sarıyorlar. Bilhassa son dönem, âlim ve filozofları bilgilerinin menşelerinden hiç söz etmiyorlar.

Halbuki İslam âlim ve filozofları yararlandıkları kay­nakları göstermişlerdir. Meselâ Fârâbî, Aristoteles’den bir husûsu almışsa cümlesine, "Kâle Aristoteles" (Aristo demiştir ki) sözleriyle başlamış ve yaptığı iktibasın hangi kitabının neresinde bulunduğunu belirtmiştir. Hıristiyan ortaçağ filozofları, Aguinolu Thomas’ın "Summa Theolo- gicae" adlı büyük eserinde görüldüğü üzere, Müslüman hangi âlim veya filozoftan yararlandıklarını göstermişler­dir. Fakat Yeniçağ Batılı filozof ve bilginleri, Müslümanlardan yararlanmalarına rağmen, kaynaklarını ısrarla giz­lemişlerdir. Bunun sayısız örneklerinden biri, ünlü Malebranche’in, İbni Mıskeveyh (932-1030)’den çok istifade etmiş olduğu, hatta örneklerini aynen kullandığı halde adından söz etmemiş olmasıdır: "Sıcak olan el, kendi sı­caklığının altında bir şeye dokunduğu zaman, onu soğuk bulur, fakat eli soğuk olan kimse, aynı nesneyi sıcak bulacaktır"(5) Mıskeveyh’in bu örneğini Malebranche şöyle kullandığı halde kaynağını vermiyor."... meselâ, şayet soğuk bir el ile dokunursak, ilk suyu sıcak buluruz; hatta (sıcak) bulmak zorundayız ve şayet sıcak olan bir el iıe dokunursak, onu soğuk buluruz."(6)

Malebranche, Ibni Arabi’den yaptığı iktibaslardan da söz etmiyor. Arabi, El-Fütuhatü’l-Mekkiyye (Mekke ilhamları) adlı eserinde şöyle diyor: "... Kadınlar hâmile iken, bir şeye aşerdikleri zaman, çocuk da o şeye benzer olarak dünyaya gelir." Bunu Malebranche kendisine şöy­le mal ediyor: "Analar çok büyük iştah duyarak yemek is­temiş oldukları şeyleri andıran çocukları doğururlar."(7) Arabi: "Bir erkekle bir kadın beraberlikleri sırasında ki­mi tahayyül ederlerse, çocuk ona benzer" diyor. Bununla da kalmayıp, erdemli, bilge insanların resimlerini duvar­lara asarlarsa, beraberlikleri sırasında bunlara bakan ka­dınların doğuracağı çocukların da onlara benzeyeceğini ilâve ediyor. Arabi’nin bu sözlerini Campenalle şöyle kullanıyor: "... Yatak odalarına, en ünlü erkeklerin güzel heykelleri konmuştur, kadınlar baksın, başlarını göğe kaldırsın ve böylesine soylu, böylesine güzel çocuklar do­ğurayım diye Tanrıya yakarsınlar."(8) Malebranche ise Arabi’nin görüşünü yaşamış gibi anlatıyor: "Daha bir yıl bile olmuyor ki, Evliyâdan Pius’un yortusu kutlanırken, onun (kilisedeki) tablosuna dalakalmış ve kendini ona vermiş olan bir (hamile) kadın, bu evliyânın tasvirine iyi­den iyiye benzeyen bir çocuk doğurmuştur."(9)

Gazâlî ünlü İhyası’nda şöyle bir örnek verir: "İnsan vücudu ruhun memleketidir. Ruhun kuvvetleri (bir şehir­deki) sanatkârlar ve ameleler gibidir. Akıl ve tefekkürün kuvveti ise (bu ülkedeki) akıllı vezir gibidir. Gazap (öf­ke) ise, polis müdürü gibidir." Bu örnekler Salisburglu John ile Hobbes’de karşımıza çıkmaktadır.(10) Benzer olaylar sayılamayacak kadar çoktur. Dînî taassuptan veya kendine mal etmek ihtirasından dolayı Batılılar Müslümanlardan aldıklarını göstermediler, hatta onları inkâr etmeyi de ihmal etmediler. Bacon bunun tipik bir örneği­ni vermektedir: ”... Sahip olduğumuz ilimler, büyük bir kısmıyla öreklerden gelmektedir; Romalı, İslam ve daha sonraki yazarlar tarafından buna ilave edilen şeyler çok olmadığı gibi, önemli de değildir."

İlimde en önemli nesne kâğıttır; zira ilmi birikim kaydetmekle sağlanır; ancak bu yolla meraklıları ilmi belli bir yerden alıp, bir yere götürebilirler. Kâğıdın bol­laşmasıyla ilim bir zümrenin tekelinden kurtuldu, istekli dimağların arzularına hazır hâle geldi. Önce Çinliler ve Türkler ipekten kâğıt yapıp kullanıyorlardı.(11) Kuteybe, Semerkant’ı zaptettiği zaman orada kâğıt fabrikaları bul­muştu. Kısa bir süre sonra (706)’da Mekkeli Yusuf Amru kâğıdı ipek yerine pamuktan yapmaya başladı; daha ucu­za mal edilen bu şekil, çabucak yaygınlaştı. Kâğıdın İslam âleminden Batı’ya yayılışında, XII. yüzyılda Fransa’dan Kompostela’ya gelen hacıların önemli rol oynadıklarına Watt işaret etmektedir.(12) Ortaçağda "Şam kâğıdı (Charlo Damascenaz) " deyiminin de delâlet ettiği üzere Avrupa, ihtiyacını İslam dünyasından alıyordu.

Batı’da ilk kâğıt fabrikası 1389’da Almanya’da ku­ruldu. Halbuki İslam aleminde, daha Harun Reşid döne­minde Vezir Yahyâ İbni Fâdıl Bermekî, 794 yılında Bağ­dat’ta kâğıt fabrikasını kurmuştu. Kâğıdın bollaşması, matbaanın icadına zemin hazırladı.

Medenî hamlelerin temelinde ihtiyaç bulunmakta­dır. Müslümanlar için ibadet bakımından zamanın önemi çok fazladır; namaz saatlerinin, Ramazanın, iftar ve sa­hur vakitlerinin tespiti gerekmektedir. Kıblenin tayini de çok önemlidir. Bunun için İslam’ın ilk yüzyıllarında koz- mografik çalışmalar, bilhassa takvime dair yoğun gayret­ler müşahede ediyoruz. Bu çalışmalarda bulunanlardan birisi de usturlabın mûcidi Firâzî (777)’dir.

İslam âleminin ilk mütefekkirlerinden El Kindi (801-873) aritmetik, geometri, astronomi, meteoroloji, coğrafya, fizik, müzik, tıp, felsefe konularına dair iki yüz altmış eser yazdı. Bunların arasında "Gezegenlerin Ters Dönüşlerine Dair" kitapçığı çok dikkat çekicidir.O da Eflatun gibi, matematik bilmeyenin filozof olamayacağana inanıyordu. Med-cezir olayın inceledi; düşünce cisimlerin hızını tayin eden hususları tespit etmeye çalıştı. Optik’e dair bir kitabında ışık olaylarını inceledi; açıların pergelle ölçülmelerini geometriye o getirdiği gibi, sıvıla­rın izâfî ağırlıklarını da o hesapladı. Batı düşünce ve ilim tarihindeki Leibniz’in "Her monad, kainatın kendisi gibi güzelce tanzim olunan aynasıdır." görüşünü, çok önceden belirtmişti.(13)

Altmış dokuz âlimle beraber Halîfe El Memun için ilk coğrafya ansiklopedisini tertip eden Muhammed B. Musa El Harezmi (ö. 846) İslam ilim ve fikir dünyasının, hattâ topyekün ilim aleminin köşe taşlarındandır. Hazar Denizi’nin doğusundaki Harezm’de (Harzem, bugünkü Hiyve) doğduğu için bu adla anılmıştır. Bu büyük ilim adamı, değişik konularda çalışmalarda bulundu. Astro­nomi ile ilgili yaptığı tablolar Kurtuba’dan Changay’a ka­dar uzanan alanda yaşayan astronomlara yüzyıllarca reh­ber oldu. Günlük hayatta kullandığımız aritmetikten ilimde faydalanmanın yolunu ilk açan ve aritmetiği siste­matik halinde genişleten, Trigonometrinin kurucusu ge­ne Harezmîdir. Algorithme kelimesi de, Batılıların "Al- harizmi" dedikleri, Harezmî’nin adından gelmektedir.(14) Müslümanlar Trigonometriye "Musellat" diyorlardı. Mu- sellat ile ilgilenen El Battanî’nin de bilime küçümsenmez katkıları oldu. Musellat’a dair araştırmaları Ebu Reyhan El Birûnî çok geliştirdi. "Trigonometri" tâbiri ise Batılı mütercimlerin Yunanca’dan ürettikleri bir kelimedir. Harezmî’nin bu konudaki en önemli eseri "Hisâbu’l-Cebr ve’l Murâkabe"dir. Arapça’sı kaybolan bu eser, XII. yüz­yılda Gèrad de Grèmone tarafından Latince’ye tercüme edildi ve XVI. yüzyıla kadar Avrupa’nın bütün üniversilerinde ana matematik kitabı olarak okutuldu. Batı’da yebro diye telaffuz edilen "Cebir" sözü de bu eserle ilim âlemine girdi.(15) Logaritma cetvelleri de ilk defa Harezmî tarafından yapıldı; daha sonra geliştirildi.

Batılılarca Albateyni diye anılan Ebu Abdullah El Battânî (850-929) Trigonometriye dair çalışmalar yaptı. Trigonometrik alâkaları bugünkü kullanılan şekliyle formülleştiren odur.(16) Kırk bir yıl astronomik müşahedeler­de bulundu; günümüzdeki hesaplara dikkati çekecek ka­dar yakın rakamlar elde etti.

Matematik ilminde Müslümanların emeği çoktur. Modern çağda Batı’da yararlanılan "Matematik uslübunu Müslümanların vücuda getirdiklerini Hunke, şöyle izah etmektedir: "Matematiği, Yunanlıların soktuğu ta­mamen geometrik kılık içinde devralan Müslümanlar, bu kılığı atarak, ona cebir ve hesap elbisesi giydirdiler." Müslümanların bulduğu ondalık kesirleri El Kâşi geliştir­di. Meçhûlü belirten "X"de Müslümanların icadıdır. "X" harfi Arapça’da yoktu. Müslümanlar bilinmeyene "şey" diyorlar, kısaltılmış olarak da "Ş" harfiyle sembolleştiri­yorlardı. "Ş" harfi İspanyolca’da "X" harfine tekabül eder. Günümüzde dünya milletleri, Müslümanların "Ş" harfini, İspanyolların "X" harfiyle ifade etmektedirler. Sinüs ve Tanjant da Müslümanların buluşudur. Sinüs, Arapların çıkıntılı veya kavisli kısmı ifade için kullandıkları "cep" kelimesinin Latince tercümesidir. Sıfırı da Müslümanlar bulmuştur. Muhammed İbn-i Ahmed "Mefâtihü’l-Ulûm" adlı eserinde, eğer onlar basamağında hiçbir sayı mevcut değilse, sırayı muhafaza için küçük bir dâire ileriye sür­müştür. İşte bu dâirenin karşılığı olan ve Arapça’da "boş" anlamına gelen "sıfır" kelimesi, Latince’ye geçen "zero"nun menşeidir.(17) Bugün bize çok basit gibi gelen sıfı­rın icadı hakkında Risler şöyle demektedir: "Herhalde bu bir dâhiyâne icattı; hiç abartmadan denilebilir ki, sıfırın icadı insan cinsinin en büyük keşiflerinden biridir".(18) Bü­tün bunlara dayanarak Jaeques Risler "Rönesans’ımızın matematik hocaları Yunanlılar değil, Müslümanlardır"(19) demek zorunda kalmıştır.

Müslümanlar için Yaradan'ın sonsuz kudreti hakkında fikir sahibi olmak bakımından zaman kadar berrak gökyüzündeki ışıl ışıl yıldızlar da dikkat çekicidir. Halîfe el-Memun (786-833) Batlamyus’un keşiflerini tahkik etmek ve yeni araştırmalar yapmak için bir astronomlar heyeti kurdu. Dünyanın yuvarlaklığına inanan bu âlimler yaptıkları hesaplara dayanarak, çevresinin otuz beş bin kilometre olduğunu tahmin ettiler. Bu astronomlar tam bit ilıııî anlayışla çalışıyorlardı. Tecrübeyle sabit olmayan hiçbir şeyi kabul etmiyorlardı. Onlardan biri de arz dere­celerinin uzunluklarını hesaplayan El Ferganî idi. Güne­şin gezegenler gibi, fakat aksi yönde seyreden bir yörün­gesi bulunduğunun ilk El Ferganî farkına vardı. Ortaçağ Avıupası’nda Alfraganus adıyla anılan El Ferganî’nin "Astronominin unsurları" adlı eseri, birçok defa Latin­ce’ye tercüme edildi ve basıldı. El-Harezmî Bağdat’ta Semmasiye mevkiinde ve Suriye’de Kasyon dağında ilk rasathaneyi kurdu. Batı’da ise ilk rasathane yüzyıllarca sonra Nurenbery’de kuruldu.(20) Sıncar Dağı’nda Harezmî yaptığı çalışmalarla, meridyen dâiresinin yirmi dört bin mil olduğunu tespit etti. Watt, El-Harezmî hakkında bil­gi verirken Batlamyus’un coğrafyasını ele alarak, dünya­nın yerleşilmiş bölgelerinin tasvirini yaptığını belirtmek­tedir.(21)

İslam’ın verdiği vecd ile ilim uğruna Müslümanlar büyük gayretle çalışıyorlardı. Önce de zikredildiği üzere pek çok astronomi âlimi yetişti; fakat bu âlimlerden Mu­sa’nın oğulları adıyla anılan üç kardeş (Muhammed, Ahmed, Hasan) Batı’yı çok etkiledi. Yazdıkları kitap Cremonalı Gerhard tarafından Latinceye tercüme edildi. Ortaçağ boyunca Avrupa’da "Üç Kardeşlerin Kitabı" ola­rak ün saldı. Üç kardeşler matematik, astronomi konula­rında da ayrı ayrı harikulâde eserler verdiler. Güneşin yüksekliğini ve güneş yılının uzunluğunu hesaplayan Mu­sa’nın güzîde öğrencilerinden Sâbit İbni Kurra da Batı’nın Doğu kaynaklarına yönelmesine vesile olan âlim­lerden biridir.

Bağdat’taki ilk Büveyhî hükümdarlarının himayesin­de çalışan Ebu’l Vefâ, Tycho Brahe’den altı yüz yıl önce ayın üçüncü değişmesini keşfetti.(22) Ebu Mâşer (öl. 886) de ayın hareketlerini, med-cezir olaylarıyla ilgisini incele­di, elde ettiği verilerin doğruluğuyla şaşırtıcı sonuçlara ulaştı. Renkli bir kişiliği olan Ömer Hayyam da (öl. 1153) astronomi konularında dikkate değer çalışmalar yaptı; "Celâli" adında bir takvim geliştirdi; beş bin yıl bo­yunca uygulansa, bu takvimin sadece bir gün hatalı sonuç vereceği hesaplandı.

Müslüman astronomların çalışmalarını daha sağlıklı sürdürebilmeleri için hiçbir fedakârlıktan kaçınılmıyor, maliyetine bakılmadan gerekli âletler yaptırılıyordu. Yu­nanlılarca bilinen, yıldızların hareketlerini gösteren araç­lar ve usturlap geliştirilmekle kalınmadı; yirmi beş metre çapında sekstonlar ve daha başka âletler de yaptırıldı. Mükemmel bir şekilde geliştirilen usturlap X. yüzyılda Avrupa’ya getirildi ve denizciler tarafından XVII. yüzyıla kadar kullanıldı.

Tıp ilmi de Müslümanlara çok şey borçludur. İslâm tıbbının eski Yunan’dan değil de, Müslüman hekimlerin araştırmalarından doğduğunu Jacques C. Risler, La Civi­lisation Arabe adlı eserinde şöyle anlatır: "... Biraz sonra âlim seleflerini bir tarafa bırakarak eski Yunanlıların hiç bilmedikleri yollara koyuldular ve bu suretle tıbbın geliş­mesine büyük bir nispetle iştirak ettiler. Tıp öğrenimi, bilhassa hastanelerde yapılırdı ve C. Cumston’un dediği gibi "Müslümanlar klinik tıbbını tesis edip, patoloji deni­len "ilm-i emrâz"ı gittikçe zenginleştiriyorlardı."

İşte o devirden itibaren medreselere fen fakülteleriyle, tıp fa­külteleri ve laboratuarlar ilave edildi"(23) ilk dispanser ve eczaneleri Müslümanların kurduklarını, okullarını açtık­larını, kitaplarını yazdıklarını belirten Will Durant bu konuda Şu bilgileri de vermektedir: "Eski ilaçlara grî anber,kafu,cıva,mevsafi,karanfil karanfil, hıyarşenber ve sinameki'yi ilave ettiler.Şurup ve gulap şeklinde sunulan ilaçlar da Müslümanlar tarafından tıp dünyasına getirildi.(24)

Mikrobun ne zaman ve nerede keşfedildiğine dair fikir yürütenler, Buharî ve Müslim gibi büyük nıuhaddislerin kaydettikleri: "Bir yerde veba olduğunu işitirseniz oraya girmeyiniz ve eğer bulunduğunuz yerde zuhur et­mişse, oradan çıkmayınız", "Çatlak bardaktan su içmeyiniz; çünkü orası şeytanın oturağıdır" hadîsleri ile aynı mealdeki daha nice hadîsin üzerinde durmalıdırlar. İnsa­nı "Allah’ın yeryüzündeki halîfesi" kabul ettiklerinden Müslümanlar tıbba çok önem verdiler.

Hz. Peygamber’in, mesleğinde derinleşmemiş he­kimlerden sakınılmasına işaret buyurmalarından, tıp il­mini bilmeyenlerin tedavi ile meşgûl olmalarını yasakla­malarından(25) çok sonraları bile Batı takdisle, şeytanı kov­ma usulleriyle uğraşıyordu. Bu konuda Havâri Yako- bus’un şu sözleri onlara yol gösteriyordu: "İçinizden biri hastalanınca, en yaşlı râhipleri çağırtınız.İsâ namına has­tayı yağladıktan sonra ona dua etsinler.İman duası,has­taya şifa verecektir." Eczanelerin mahiyetinde bir nevî dinsizlik ve küfre varan mânâlar bulunduğunu kilise öğ­retmeni Tation da açıklıyordu: "Dünyevi ilaçlara, ot ve köklere inanmak her şeye kâdir Allah’a karşı güvensizliği ifade eder. İnsanları Tanrıdan çevirtmek isteyen şeytan­larla fena ruhlar, budalalarla, îmânı zayıf bulunanları kandırıp, aldatmaktadırlar. Eczacılık, her çeşit şekiller içinde bir nevi iğfalkâr sanat ve hareketlerden doğmuş­tur. Maddeye güvenerek onunla tedavi olmak isteyen kimse, kendisini Tanrının kudretine terk ederse, çok da­ha çabuk şifa bulur. İlahî kudrete başvurma yerine neden köpek gibi otlar, geyik gibi yılanlar, domuz gibi ıstakoz­lar, aslan gibi maymunlarla tedavi olmayı tercih ediyor­sun? Dünyevi şeyleri neden ilahileştiriyorsun?"(26)

Haçlı seferinin büyük vaizi Clair Waux’lu Bernhard (1090- 3) Filistin’de hastalanan papazlara"Kurtuluşunuzu dünyevî ilaçlar kullanmak suretiyle tehlikeye atmak, sîz­lere yakışmaz." diyerek doktora başvurmayı ve ilaç kul­lanmayı kafi şekilde men etti.

Hunke, Müslüman bir doktorun hatıratından alıntı yapmakla İslam ve Hıristiyan dünyaları arasındaki farkın açıklanmasına yardımcı olmaktadır. "Bana bacağında çı­ban bulunan bir şövalye ile sıtmadan fazlaca zayıflamış bir kadın getirdiler. Şövalyenin ayağına yakı sardım. Çı­ban patladı; tehlikesiz bir seyir takip etmeye başladı. Ka­dını diyete tabî tuttum. Vücut durumunu nebatî gıdalar vermek sûretiyle iyileştirdim. Bu sırada oraya gelen bir Frank doktoru, hastalara dönerek beni gösterip, ‘Bu sizi tedavi etmeyi bilmiyor’ dedi. Şövalyeye, ‘Tek ayakla yaşa­mayı mı, yoksa ölmeyi mi tercih ettiğini’ sordu. Şövalye ‘Bir ayakla’ cevabını verdi. Bunun üzerine Fransız Dok­tor, kendisine kuvvetli bir şövalye ile keskin bir balta ge­tirilmesini istedi. Şövalye biraz sonra elinde balta ile gö­ründü. Henüz oradan ayrılmamıştım. Doktor, hastanın bacağını odun yarmaya mahsus bir kütüğün üzerine koy­du. Bir balta darbesiyle bacağı kesmesini şövalyeye em­retti. Şövalye, gözlerimin önünde hastanın bacağına bir darbe indirdi. Ancak bu birinci darbe ile bacak ayrılma­dı. Şövalye ikinci defa tekrar vurdu. Bacağının ilikleri dı­şarı fırlayan felaketzede hemen öldü. Doktor, onu taki­ben kadını muayene etti, ‘bu kadının başında âşık bulun­duğu bir şeytan var. Saçlarını kesin’ dedi. Kadının saçları kesildi. Tekrar hemşehrilerinin yemeğinden sarımsak ile hardal yedi. Böylece ateşi yükseldi. Doktor, ‘Kafasına şeytan girmiştir’ diyerek, usturayı yakalayıp, başının deri­sini haça benzer şekilde kesti. Kafasını örten kısım tama­men açılıncaya kadar derisini ortadan çekip sıyırdı ve ka­fasını sadece tuz ile ovdu. Kadın aynı anda öldü."(27)

Bunlar sadece mutaassıplara has inançlar değildi. Aynı anlayış, zamanla dînî şuuru tamamen yerleşmiş, ki­lise kararname ve kanunlarında yer almış, teolojik çevre­lerde hararetle münakaşa ve müdafaa edilmiştir. Yalnız ruhî ve aklî hastalıklara değil, henüz mahiyeti bilinmeyen hastalıklara da şeytanın sebebiyet verdiğine, bunlardan ancak şeytanı şiddetle kovmakla kurtulunabileceğine inanılıyordu. Hatta bu inanç XIX. yüzyılda bile revaçta idi.Goethe’nin dostu Weisenbergli doktor şâir Tustinus Kerner, Münihli prof. Schubert, Bauder von Ringseis, Tubingenli Eschenmager, Leibzigli prof. Heinroth şeytana tutulma hastalığından nasıl tedavi olunacağına dair bilgi ler veriyorlardı.(28)

İslam dünyasında ise çok eski zamanlarda, bugünkü müspet mânâda tıp anlayışına sahip Ebulkasım, Zehravî, İbni Zühr, İbni Rüşd, Mûsa Bin Memun gibi ünlü hekimler yetişti. Geleneği oluşan tıp ilmi gittikçe gelişiyordu. Hac mevsiminde adeta tıp sempozyumu gerçekleşirdi. Değişik ülkülerden gelen doktorlar bir araya toplanır, her biri yeni araştırmalarının sonuçlarına dair bilgiler ve­rir, bitkiler ve onların tıbbî özellikleri hakkında da açık­lamalarda bulunurlardı. îlk hastane ise Bağdat’ta Hânın Reşid tarafından kuruldu. X. yüzyılda beş hastane daha açıldı. Zamanla bu hastaneler çoğaldı. Tıp öğrenimi de daha çok hastanelerde yapılmaya başlandı. Hekim Vezir Ali İbni îsâ zamanında (931) da hastaları tedavi için şe­hirden şehire dolaşmaları maksadıyla özel bir doktorlar birliği oluşturuldu. Gerekli imtihanlardan geçmemiş olan ve devletin diplomasına sahip bulunmayan kimse asla he­kimlik yapamazdı. Eczacılar, kırık-çıkık işleriyle uğraşan­lar, hattâ berberler devletin denetiminde idiler.

Müslüman hekimler ameliyatlarda solunum yoluyla anestezi yapıyor ve bu maksatla derin uyku veren haşhaş ve ona benzer bitkilerden yararlanıyorlardı. İslam âle­minde yetişip, insanlık tıbbına katkıda bulunmuş büyük hekimler arasında, maymunlarda ameliyatlar yaparak, anatomiyi inceleyen Yuhanna İbni Masawag (777-857), tarihte göz hastalıklarına dair ilk eseri veren Hunan İbni İshak ve çöz hekimi Ali İbni îsâ hemen akla gelenlerdir. Ali İbni Isâ’nın yazdığı "Göz Hekimlerinin El Kitabı"adındaki eser Avrupa’da XII. yüzyıla kadar okutulmuş­tur.(29)

Büyük Selçuklular zamanında sağlık hizmeti devletin görevlerinden birisi haline geldi. Melikşah dönemin­de resmî hastahaneler yurdun büyük bir kesimine yayıldı. Harzemşâhı unvanı ile tanınan Lokman’ın phormocologie'ye dair Akraborin adlı eseri, Curcanlı İsmail bin Ha­şan’ın Büyük Tıp Kamusu, Zâhire-i Harzemşâhî’si bu dö­nemlerin sözü edilmeye değer kitaplarıdır.

Ünlü Alfons cetvelleri de gerçekte İslâm âlimlerinin eseridir. Toledo’da astronomiye dair çalışmalar yapan Es-Sarkali (1028-1087)’nin kitabını Kastilya Kralı X. Al- fons’un doktoru Abraham, Kastilya diline çevirince, Al­fons cetvelleri adıyla Batı dünyasında yaygınlaştı. Bütün Batı âlimlerinin kullandıkları bu cetveller Copernicus devrinde bile önemlerini korudular. Ancak 1551’de Wiltenbergli prof. Reinhold, bunlardan daha gelişmiş, "Prus­ya cetvelleri"ni tanzim edebildi. Hıristiyanlarca dünyevî şeylere kafa yormak küfür derecesinde hatalı sayıldığı, hattâ Tertullian’ın: "İncirin tebliğinden sonra, tabiatı araştırmaya ilgi göstermek, îsâ’nın kanaatince, bizim va­zifemiz değildir" dediği dönemlerde Es-Sarkalî, dünyanın güneşe uzaklığını ölçmüş, gün dönümleri, gece gündüzün eşitliği hakkında Toledo’da dört yüzden fazla rasat yap­mış, "Astronomiye Dâir" adlı eserini Cremonah Gerhard Latince’ye tercüme etmişti. Copernicus 1530 yılında ya­yımladığı "De Revolution-Obus Obrium Coeles Tium" adlı meşhur kitabında Es-Sarhalî ve El-Battânî’den övgü ile söz eder. Daha sonraları da Uluğ Beg gibi bilginlerin çalışmaları ile astronomi büyük mesafeler aldı. Batı’da ise ilk defa Fransız Maupertius 1736 yılında yerkürenin ölçümünü yaptı.

Ortaçağ Avrupası’nda Alhazen diye tanınan El-Hişam’ı en çok Kitabü’l-Menâzır (Optik Kitabı) adlı eseriyle biliyoruz. Bu kitap, ortaçağ boyunca yazılmış eserler arasında düşünce ve metot bakımından en ilmi olanı kabul edilmektedir. El-Hişam ışığın hava ve su gibi saydam cisimler içindeki kırılımını inceledi, büyütücü merceği Avrupalılardan üç yüz yıl önce icada çok yaklaştı. Bacon, Witelo gibi Batılı bilginler mikroskop ve teles« kopa dair çalışmalarında Hişam’ı esas aldılar. Ona kadar görme, gözden çıkan ışığın maddeye ulaşmasıyla açıklanıyordu. O ise, "Görme, bakılan cisimden göze gelen, gö­zün saydam bölümünden giren ışık sayesinde mümkün­dür", tezini ileriye sürdü.(30) Cevheri de görmeyi çeşitli arazların bir yere gelip toplanmasıyla izah etti. Onun bu izahıyla "Araziyye" veya "Hadisecilik" (phènomenisme) ortaya çıktı. Ancak son yüzyıllarda İngiliz filozofları Berkley, Hume, Huxley, Stuart Mili bu görüşün takipçi­leri oldular.(31) "Âlem hareketten ibarettir" diyen Nazzam, belki bu konuda Hışam D. El-Hakem’den farklı düşün­müyordu. Cisimlerin sonsuz parçacıklardan meydana geldiğini günümüzde fizik ilmi de kabul etmektedir. Mo­dern fizikte ise bütün tabii kuvvetlerin, maddenin görül­meyen parçacıklarına ait hareketler olduğu iddia edil­mektedir. Yeni keşfedilen elektron ve ışın veren radyo­aktivite Nazzam’ı doğrulumaktadır. Yakın dönem Alman düşünürlerinden Feurbach’a göre tabiat devamlı hareket ve tekâmül halindedir.

Cebir ilmine dair "Kitâbu’l-Cebr ve’l Mukabele" adlı eseriyle meşhur olan El-Heysem (965-1051) ışık kırılma­larının sebeplerini hava ve su gibi çeşitli ortamlarla açık­ladı. Havanın yoğunluğu ile ışığın kırılmasının doğru orantılı olduğunu ve yükseldikçe yoğunluğun düştüğünü o keşfetti. Buradan elde ettiği verilerle, dikkat çekici bir şekilde, hava tabakasının on beş kilometre olduğunu he­sapladı. Oktides ve Batlamyus’un: "Gözler görülecek şey­lere ışınlar gönderir, böylece görme olayı gerçekleşir." şeklindeki teorilerine El-Hişam gibi o da karşı çıktı.

Görme olayının, görülen şeyleri gözlere ışınlar gönder­mesi ve o ışınların göze gelmesiyle gerçekleştiğinde ısrar görüntünün görme sinirleriyle beyne intikal ettiğini tespit etti. Ayın parlak bir cisim olmadığını o keşfetti; bundan hareketle her renkli cismin ışığı yansıttığını bul­du. Teorilerini ispatlamak amacıyla deneyler yaparken fotoğraf çekmeye yarayan bir alet icat etti. Pek çok icat­larından biri de okuma gözlükleridir. El-Heysem’in Batı’ya etkileri göz kamaştırıcıdır. Optik fizik alanındaki te­orileri yeniçağın ortalarına kadar Avrupa'da ilme hâkim oldu. İngiliz Roger Bacon’dan, Alman Witello’ya uzanan dönemde bütün optik onun teorilerine dayanır. Karanlık oda gibi değişik konuların mucidi kabul edilen İtalyan Leonardo da Vinci’nin ilham kaynağı da El-Heysem’dir. Keplerin kanunlarına dayanarak teleskopu yapan Gali­leo’nun ardında da o bulunmaktadır. Yer çekimini bir kuvvet olarak ispat etmekle Newton’a, cisimlerin düşme­si konusunda da Galileo’ya öncülük etti. Hatta Heysem'in, kelimenin tam anlamıyla modem fizik ilminin kurucusu olduğu da hayranlıkla ifade edilmektedir.

İslam medeniyetinde gelişen tıbbın sultanı İbni Sînâ’dan sonra en büyük tabiplerden, natüralist filozof Ebu Bekr Râzî (864-926), aynı zamanda hayvan, bitki ve madenlerin tasnifinde sistemli çalışmalar yaptı. Batılıla­rın "Rhazes" dedikleri Râzî, Yunan ilmine olduğu kadar, eski İran ve Hint ilimlerine de vakıftı. Sokrates'ten sonra Yunan felsefesine fazla önem vermemiş, El-Kindi'yi ten­kit etmiştir. Fakat Yunan'ın eski tabiat felsefesi ile Hint ve İran'ın Sihri tabiat ilimlerini uzlaştırmaya çalışmıştır. "Kitâbu’l-Esrar", "Kitabu's- Sırru'l-Esrar" ve bilhassa "Kitabu'l-Hâvî" adlı eserlerinde Doğu'nun tesirleri açıkça görülür. Yansı tıbba ait olmak üzere yüz otuz bir eser yazdığı rivayet edilmektedir; ancak bunların çoğu kaybol­muştur. "El-Hisbe ve'l-Cederî" adlı kitabında ilk olarak çiçek hastalığı üle hısbe hastalığının farklı olduğunu be­lirtmiştir. En büyük kitabı "El-Hâvî” ise bir tıp ansiklope­disi sayılabilir. Bu eserinde Roma, Fars, Hint kültürlerin­deki tıpla ilgili bilgiler özetlemiş, sonra da şahsi görüşle­rini ifade etmiştir. Bu kitabı hakkında Will Durant şöyle demektedir: "Yirmi cilt olan Kitab-ul Havi eseri tıbbın bütün dalarına şamildi.Liber Contines adıyla Latinceye tercüme edilen bu eser,yüzyıllarca beyaz ırk aleminin belki en çok hürmet besleyip,en fazla istifade ettiği kaynak oldu.1395 yılnda  Paris Üniversitesi Tıp Fakültesi Kütüphanesinin bütün mevcudunu teşkil eden dokuz ki­taptan biri de bu eserdi.Razi'nin çiçek ve kızamık hastalıkları hakkındaki eseri doğrudan doğruya tetkik ve müşâhede ile klinik tahlillerle istinat eden bir şaheserdi, İntani (mikrobik) hastalıkları hakkında ilk vazıh tetkik eseri ve o iki hastalığı tefrik hususunda ilk gayret mahsulü işte buydu”.(32) 1498 ile 1866 yıllan arasında İngiltere'de kırk baskısı yapıldığı düşünülürse, eserin ünü ve etkisi daha iyi anlaşılır. Bir diğer önemli eseri de on ciltlik tıp kitabı olan "Kitabul-Mansûri'dir. Gerad de Gremone bu eseri Latince'ye tercüme etti. Bu tercümenin "Mamus Almansurıs" adını taşıyan dokuzuncu cildi XVI. yüzyıla kadar Avrupa’da en yaygın metinlerden biriydi.(33) İlk defa tabiat felsefesi mektebini o kurdu,gözlem (observation) ve de­ney (ex-perience) metodu ile hareket etti. Batı da ise ta­biat felsefesi ancak XV. yüzyılda Almanya’da Paracelus,

İtalya’da Brunu ile başlar. Çağdaş tabiat ilmi metodu da İtalyan Leonordo, Polonyalı Cpernicus, Alman Kepler ve daha sonra İtalyan Galileo ile kuruldu. Francis Bacon’un büyük babası Oxford’un önemli simalarından Roger Ba-con Râzî’nin çok tesirinde kaldı. Aslında Razı sadece Roger Bacon’u etkilemedi; İngiliz Amprizmi’nin üzerin­de de müessir oldu. Çok yönlü bir âlimdi. Tıpta cıvanın yeni kullanış alanlarını buldu. Hayvan kursağının cerrahî dikiş maddesi olarak kullanılmasını o sağladı.(34) Galsama (Boğaz deliği)’yı ve sesin hasıl olmasını sağlayan sinirleri de gene o keşfetti. Kimya ilminde de dikkat çekici buluş­ları vardır.

Her ne kadar simya kimyanın kaynağı gösterilirse de bu görüşün doğru olmadığı ileri sürülmektedir. Bilhassa İslam dünyasında kimya ile simya ayrı ayrı bilim dalları kabul edilmektedir. Kimya, mâdenî cevherlerin özelliklerini yok edip, ona yeni ve başka özellikler kazandırma metodlarından bahseden bilimdir. Simya ile algılanamayan hayali misalleri meydana getiren disiplindir.

Aslında kimya Müslümanların kurduğu bir ilimdir.Eski Yunanlıların bildikleri basit tecrübelerden ileri gitmiyordu» Halbuki İslam âlimleri, müşahedeyi, tecrübeyi,kontrolü ve hassas ölçüleri bu ilim dalanın bir parçası haline getirdiler. Meselâ imbik denen donatım cihazını geliştirdiler. Sayısız maddelerin kimyasal tahlilini yaptılar,alkalilerle asitlerin farkını tespit ettiler. Çok çeşitli kim yasal maddeler ve ilaçlar da onların çalışmalarının ürünüdür.(35)

Asıl adı Ebu Nâsır Muhammed İbni Uzluğ olan Fâ-râbî (870-950), Aristo mantığıyla İslam kelâmı üzerinde yaptığı çalışmalarla şöhrete ulaşmıştır. Aristo’yu tanıtma­sından veya El Tâlimu’s-sâni adlı eseri telif etmesinden dolayı El-Muallimu’s-sâni unvanım kazanmıştır.

Felsefede büyük isim yapan Fârâbî, sûfi doktrinini ve kıyafetini benimsemişti. İbni Halleyan onun için şöyle demektedir: "Dünyevî şeylere öylesine düşkün olmayan bir insan daha yoktur. Yiyeceğini temin etmek ya da ba­şını sokacak bir ev bulmak için en küçük bir teşebbüste bulunmazdı." Fârâbî’den otuz dokuz eser kaldı. Bunlar­dan "İhsanü’l-Ulûm" (İlimlerin Ansiklopedisi) adlı eseri, mantık, matematik, fizik, kimya, iktisat ve siyaset ilimle­rinin özetidir.

Fârâbî, Allah’ın varlığına delil olarak Aristo’nun ile­ri sürdüğü fikirlerden hareket ediyordu. Sebepler zinciri­ne işaret eden bu kâinat, ilk sebebin varlığını gösterirdi. Çokluk, birliğin de deliliydi. Felsefenin biricik gayesi, bu ilk sebebi bulmaktır; buna yaklaşmak da ancak sağlıklı bir ruhla mümkündür.

Farâbı, bu görüşüyle Alfarabus olarak tanındığı Batı'ya çok etki etmiştir.Aristo'nun ''Organun''adlı kitabına dair yazdığı şerh Roger Bacon, Alman filozofu Büyük Albert (Albert le Grand)gibi ünlüler için yol gösterici oldu.Duyuların yanı sıra, sezginin de ilimde önemini ilk önce Farâbî belirtti. Bu görüşe, Batı’da Fransız Bergson Alman Steiner ve benzeri etkili düşünürlerde de rastlıyoruz. Eserleri arasında El-Medinetü’l-Fâzıla (İdeal Şehir) çok mühimdir. Kitabına bitmez tükenmez bir mücadele olarak nitelendirdiği tabiat kuvvetlerinin tasviriyle başlar. Bu mücadelelerde her canlı varlık, diğer bütün canlı varlıklarda, kendi varlığına son verecek bir yetenek gör­düğünden, "Kelbiyyun" şöyle düşünür: "Bu cihanşümul mücadelede, akıllı olan iradesini başkalarının iradesine göre şekillendirir; eğilir ve böylece de kendi isteklerinin tamamını elde eder." Savaş kaçınılmaz bir durumdur ve tabiidir; bütün tabiat kanunlarında olduğu gibi, hak kuv­vetlinindir. Tarih, kuvvetlinin zayıfa boyun eğdirdiğine dair örneklerle doludur. Bunun için, akıllı olan gücünün yetmeyeceğinin karşısında eğilir." Bu realiteye Fârâbî karşı çıkar; insanları hırs, kavga, kıskançlık değil; akıl, fe­dakârlık ve sevgi üzerine cemiyeti kurmaya davet eder. Bu fikirlere yüzyıllarca sonra Batılı filozofların cemiyetin oluşmasını izah eden nazariyelerinde rastlıyoruz. İnsan­lar arasındaki ilişkinin mücadele olduğunu belirtmekle sistemini "insan insanın kurdudur." (Homo homini lu- pus) esasına oturtan Hobbes’e öncülük etmiştir. İnsanla­rın toplu yaşamak zorunda olduklarından, "akıl, fedakâr­lık ve sevgi" ile, yâni gönül rızasıyla bir araya gelmeleri gerektiğini belirterek, Rousseau’dan önce sosyal muka­vele (Contrate social) teorisini öne sürmüştür.

Hayvan ve bitkiler üzerinde deneyler yapan Câbir İbni Hayyan (öl. 815) elde ettiği sonuçları sistemli bir şe­kilde kaydetti. Ham azotun hazırlanmasını keşfettiği gibi, çeliğin ve diğer madenlerin arıtılmasında ciddî bir usul geliştirdi. Asit’i keşfeden Ebû Mûsa Câbir-i Tûsî (öl. 876) modern kimyanın kurucularından biridir.(36) Kimya ilminde devir açtıkları kabul edilen Pristley ve Lavosier’den çok daha önemli olduğunu belirtenler az değildir.

Matematik âlimi Ebul Vefâ Buzcavî (940-998) Tanjant ve Kotanjantların cetvellerini yapmıştır. Buzcavî’nin bu­luşları Batı’da XV. yüzyılda Alman âlimi Johann Müller tarafından yeni buluşlarmış gibi ileriye sürülmüştür. Batı’da kullanılan bugünkü rakam sistemleri de XVI. yüz­yılda Araplardan alınmıştır. Menşeinin Hint olduğu iddia edilen bu rakamlar hakkında Sedillot şöyle demektedir: "Her ne kadar Müslümanlar bizim (chiffres Arabes= Arap rakamları) dediğimiz sisteme (chiffres İndies= Hind rakamları) diyorlarsa da, bu durum o rakamların menşeini Hindistan saymamıza kâfi değildir. Çünkü Müslümanlar Proclus’un tarif ettiği bir âlete de (Cerele İndien=Hint Çemberi) adını vermişlerdir. Zaten Arap rakamlarının şekil itibariyle Hint rakamlarından büsbü­tün başka türlü olduğu da tespit edilmiştir.(37)

Çok yönlü bir âlim olan Ebu Ali El-Hüseyin İbni Sînâ (980-1037) geniş ilâvelerle tabiî ilimlerin bütün dalla­rını zenginleştirdi. İbni Hallegan ondan şöyle bahseder: "On yaşına geldiği zaman, Kur’an’ı ezberlemiş ve umûmî edebiyatı bitirmişti. İlâhiyat, aritmetik ve cebirden de an­lıyordu."(38)Küçük yaşta, herhangi bir resmî eğitim görme­den hekimlik bilgilerini elde etti. Buluğ çağında ise hasta tedavi etmeye başladı. On yedi yaşındayken Buhara hü­kümdarı Nuh İbni Mansur’u sağlığına kavuşturunca, ünü birden arttı; resmen saraya bağlandı ve sarayın kütüpha­nesinde çalışma imkânına kavuştu. Eski çağlarda tıbbın kurucusu sayılan Hippokrates (Hippocrate)’e mukabil, ortaçağda tıbbı yeni baştan kuran İbni Sînâ, "Tıbbın sul­tanı" unvanını hak etti".(39) Tıp konusundaki ilk bilgileri, tıp alanına ait hadislerden oluşan "Tıbb-ı Nebevi"ye da­yanır. Ortaçağ ve Rönesans Avrupa’sı Hippokrates ve Falien’den fazla İslam hekimlerini; bilhassa İbni Sînâ’yı takip etmiştir. Kaleme aldığı yüz kadar kitap arasında tıp için ikisi çok önemlidir. Bunlardan biri "Kitabu’ş-Şifâ"dır On sekiz dit olan bu eserde matematik, fizik, metafizik ekonomi, ilahiyat, musiki, siyaset konularım da ele alır.

Diğeri ise 'Kânun Fi’t-Tıb"dır. Bu kitapta fizyoloji, hi' yen, tedâvi ve ilaç konuları hakkında bilgiler verir. nun Fi’t-Tıb" XII. yüzyılda Latince ’ye tercüme edilmiş ve yüzlerce yıl Avrupa tıp fakültelerinde en önemli kitap olarak okutulmuştur. Montpelier ve Lovain Üniversitele­rinde XVII. yüzyılın yarılarına kadar başlıca tıp kitabı bu eserdi.(40) Onun Batı’da ne derece etkili olduğu şu cümle­den de bellidir: "1617 tarihli bir üniversite yönetmeliğin­den anlaşıldığına göre, Râzî ile İbni Sînâ tercümeleri tam altı yüz yıl Avrupa üniversitelerinde ders kitabı olarak okutulmuştur."(41) Batılıların Avicenna diye andıkları İbni Sînâ, dağdağalı geçen ömründe çok değişik konularla il­gilendi. İlmî buluşlar yaptı ve eserler verdi. Zelzeleye merkezî sıcaklığın (mağma - nâr-ı merkezî) sebep oldu­ğunu ilk defa o ileriye sürdü. Su ve hava basıncını "Ne­cat" adlı kitabında işledi. Bunlar Batı’da ancak XVII. yüzyılda anlaşıldı. İtalyan fizikçisi Toriçelli onu yüzyıllar­ca sonra takip etti. Hareket, kuvvet, boşluk, ışık ve özgül ağırlık üzerine orjinal çalışmalar yaptı. Mineraller hak- kmdaki eseri XVIII. yüzyıla kadar Avrupa minerolojisi-nin temel kitabı oldu.(42)Dağların meydana gelişi hakkındaki fikirleri de dikkat çekicidir. Euclide’yi tercüme etti. Astronomiye dair müşahedelerde bulundu. Aynı zaman­da şâir ve filozoftu. Descartes’in "Düşünüyorum, öyleyse varım" düsturu, İbni Sînâ’da da aynen bulunmaktadır. Aristo’nun ortaçağ boyunca yaşamasına sebep olanlar­dan birisi de O’dur; yazdığı şerhler Roger Bacon gibi ün­lüler açısından bile paha biçilmez niteliktedir. Metafizik konularında da Batı’yı çok etkilemiştir: "İbni Sînâ varlık teorisiyle öyle bir etki yapmış oldu ki, Latin skolastikleri arasında kendisine bir şeyler borçlu olmayan tek metafi­zikçi yoktur."(43)

Ebu’l Reyhan Muhammed İbni Ahmed El Birûnî (973-1048) matematikçi, fizikçi, astronom, filozof, tarih­çi, coğrafyacı, dilci ve şâirdir. Harzem ve Taberistan hü­kümdarları ona saraylarında yer verdiler. Gazneli Mahmud, Harzem'de İbni Sînâ ve el-Birûrn'nin varlıklarım öğrenince, sarayına gönderilmelerini istedi.Harzem hükümdarı  da buna itaat etti.İbni Sînâ davete icabet etmedi ve çöllere kaçtı. El-Birûnî ise Gazneli Mahmud'un sa rayına yerleşti; Hint seferine iştirak etti.

Dünyanın yuvarlaklığını bilen El-Birunî, Dünyanın her gün kendi mihveri etrafında bir defa ve yılda bir defa da Güneş’in çevresinde döndüğü kabul edilirse, astrono­mik verilerin doğru çıkacağına inanmıştı. Coperniaıs’tnn beş yüz yıl önce,’“ Birûnî’nin şu bilgileri vermesi ne kadar dikkat çekicidir: "Gündüz, gece değişikliklerini yapan Güneş değildir; bilakis kendi mihveri etrafında dolaşan Dünyanın kendisidir."Hatta El-Birûnî’nin İbni Sînaya yönelttiği sorulardan hareketle gezegenlerin dâiresel de­ğil, elips biçiminde hareket ettiğinin farkında olduğu id­dia edilmektedir.(44)

İncil’e ters düştüğü için Batı bu gerçekleri görmez­likten gelmeye kendini mecbur hissettiği dönemlerde Birûnî "El-Mârut" dediği bir âletle her şeyi dünyanın mer­kezine doğru çeken yer çekimini de tespit etti.'(45) On sekiz değerli taşın özgül ağırlığını tayin etmiş ve bir cismin öz­gül ağırlığının, taşırdığı suyun hacmine tekabül ettiğini bulmuştur. Geometriye teoremlerin ispatım getiren de odur.(46) Birleşik Kaplar Kanunu’nu o bulmuş, hidrostatik prensibinden faydalanarak, menba sularının ve artezyen kuyularının çalışmasını da o icat etmiştir. Etnografya ve kültür tarihine küçümsenemez katkıları oldu. Araştırmalarını tam bir objektiflikle yapmaya çalıştı.İlk önemli eseri-esen Asârul l-Bakiyye"nin önsözünde ilim anlayışına ve ilmi araştırmaya dair prensiplerini buluyoruz. "İster eski âdetler, ister partizan davranışlar, ister rekabet ya da karşısındakini etki altına almak isteği olsun, insanları gerçeği görmez hâle getiren heı türlü sebebi ortadan kal­dırmalıyız."

Yıllarını Hindistan'da geçiren Birûnî, ahalinin dille­rini, adetlerini, kastlarını, kısaca kültürünü araştırdı; en dikkat çekici eserlerinden biri olan "Târihü’l-Hind"i 1030 yılında yazdı. Hint ve Yunan filozoflarını mukayese etti; Hindistan'ın asla bir Sokrates yetiştiremeyeceği kana­atiyle, ilimlerini hayalden kurtaramadıklarını belirtti.

Descartes ve Kant'ın İslam dünyasındaki en önemli hocaları Ebu Hâmid Muhammed Gazâlî (1058-1111)dir. "Şüphe Hak'ka götürür" prensibi ile Descartes’e, aklın bütün problemleri çözmede yeterli olmayacağını ileriye sürmekle de Kant’a öncülük etmiştir. Bilhassa Descartes, Gazâlinin âdeta takipçisidir. Descartes’in Hollanda Kra­liçesi Elizabeth’e kader konusunda yazdığı mektuplarda Gazâlinin El-Munkızu Mine’d-Dalâl kitabının etkisi çok açıktır. Akıl ve tabiattan daha çok vahye güvenmesi de onu Pascalın, Malebranche’nin öncüsü yapmıştır.(47) Saint Thomas ve onun ardından giden Raymond Martini filo­zofların dîne hücumlarına Gazâlinin getirdiği delillerle cevap vermişlerdir.

Ebu Câfer El Gafîkî de Botanik konularında Batı’yı etkiledi. Gafikî, İspanya ve Kuzey Afrika’da topladığı çok değişik bitkilere Arapça, Berberice, Latince adlar verdi; "El Edviyetü’l-Müfrede" ismindeki kitabında da bu bitkileri nitelendirdi. "El Mugnî Fi’l Edviyetü’l Müfrede" ve "El-Câmî Fi’l-Edviyetü’l-Müfrede" adlı eserleriyle ün yapan İbnü’l Baytar, Gafikî’nin takipçisidir. Bitkilerin özelliklerini, hangi hastalıklara karşı kullandıklarını gös­terdi.(48) Eczacılıkta değeri olan bitkileri El-Dinâverî "Kitâbu’n Nebat" (Bitkiler Kitabı)’nda anlatmaktadır. Bu kitapta» anlaşıldığına göre Müslüman botanikçiler aşılama yoluyla yeni meyveler elde etmeyi biliyorlardı, Gül ve bâdem ağaçlarını aşılayarak nadir ve muhteşem çiçekler ye­tiştirmeye çalışıyorlardı(49)

"Sürekli yaratma" nazariyesini ilk defa İbni Rüşd (1126-1198) ileriye sürdü. Felsefede olduğu kadar tıpta da şöhret sahibi olan, Batının Auerroes olarak adlandır­dığı Ibni Rüşd. bilhassa Avrupa da derin tesirler bırak­masına rağmen, orijinal felsefesi yoktur. Aristo, Fârâbî ve İbni Sînânın yorulmak bilmeyen takipçisidir.

Muhyiddin-i Arabî (1165-1240) aklın sınırlarını çok zorlamış bir bilim insanı, bir mütefekkirdir. Eşyanın ma­hiyetini tam anlamıyla bilmemizin mümkün olmadığı, yalnız maddenin ayrılmayan vasıflarını bilebileceğimiz iddiasındadır. Kant'ın tenkitçi düşüncesi de bu noktadan kaynaklanmıyor mu? Arabi’ye göre, hakikat maddî ve manevî olabilir. Maddî ilimler his ve akıl, manevî ilimler ise keşif ve ilham yollarıyla kazanılır. His ve akılla ancak tabiatın dış bünyesine ve vasıflarına dair bilgi ediniriz. Keşif ve ilhamla, his ve akılla ulaşamadığımız yerlere va­rırız. Arabî, çok değişik çağlarda yaşamış, değişik görüş­lere sahip ilim ve fikir insanlarına kaynaklık etmiştir. Pascal, Malebranche gibi mistik mütefekkirleri etkiler­ken, Batı’da mâneviyata cephe açan Spinoza da ondan çok yararlanmıştır. Spinoza tabiatı iki kısma ayırır. Ya­ratıcı tabiat (natura naturante), yaratılmış tabiat (nature naturel) yani eski deyimle tabiat-ı tabia ve tabiat-ı matbûa” bir başka söyleyişle "Allah ile alem, zat ve müessir olması itibariyle, fâil-zâhir ve edilgen (müteessir)- tabiat" düsturunu Arabi’den almıştır."(50) Fakat Arabi’ye göre, ha­kiki sebep (illet) ancak Allah’tır. Bir de husûlü üzerinde durmadığımız, maddenin oluşmasına vesîle teşkil eden âdî sebepler vardır.

Fransız filozofu Malebranche, âdî se­beplerin de yaratılmasını Allah’a bağlıyor. Muhakkak ki sebeplerin hepsini yaratan Allah’tır; hepsi de, şöyle veya böyle Allah ın varlığına işârettir. Kelâmcılara göre, zâhirde görünen hadise (Âruz phonemene) baki değildir,fanidir, geçicidir. O ancak Allah'ın yaratmasıyla vuku bulabilir. Araz(sonradan vesile olan) ancak cevher (substunce)ile ayakta durur; cevher ise arazsız bulunamaz.Bu Alem cevher ve Arazın birleşmesiyle meydana gelir; "Yaratıcı"dan hâli olamaz. Ayrıca Arabî "Hiçbir şeyin haki­kati mahvolmaz" prensibini ileriye sürerek "Hiçbir şey yokluktan yaratılamaz ve hiçbir şey yok olmaz" kanunu­nu ileri süren Lavasier'in ve "Doğum, ölüm sırf bir isim­den ibarettir; ne tamamen mahvolmak ne de yeniden ha­sıl olmak vardır." şeklinde düşünen Leibniz’in öncüsü ol­duğunu haber vermiştir. "Cansızlar canlıdır" iddiasında bulunan Paracelsus, Bruno, Campenalla, F’echer, Ara­bi’den farklı bir şey söylemiyorlardı.

Mevlânâ Celâleddin-i Rûmî (1206-1274) "Hayat rü­yadır" görüşüyle, Schopenhaur’a öncülük etmiştir. "O, sensin, varlığını kendinde ara" sözü Steiner gibi pek çok Batılı bilgine ışık tutmuştur. Sürekli yaratmaya dair de şunları söylemektedir: "Bu dünya ile öte dünya hiç dur­madan doğurur. Her sebep bir ana, onun sonucu da ço­cuktur. Sonuç doğunca o da bir sebep, yâni ana olur ve şaşırtıcı sonuçlar doğurur. Bu sebepler kuşak kuşak üstü­ne eklenir. Ne var ki bu sebepler zincirindeki halkaları görecek gözün aydın olması gerekir."

Ausguste Comte’un yaptığı ilimlerin tasnifini Ebu’l Bereket Bağdadî’de görüyoruz. Mostesqueu’nun, Durkheim’in sosyolojilerinin esasları İbni Haldun’da bulun­maktadır.

Ortaçağ Batılı coğrafyacıların, İslam coğrafyacılarıy­la mukayese edilemeyeceklerini, günümüzün Batılı coğ­rafyacıları da kabul etmektedirler. Ortaçağda Batı’da ha­ritacılık usullerinin, Dünyaya dair bilgilerin karanlık ve bâtıl itikatlarla dolu olduğu, İlmî coğrafyaya ancak Müs­lüman coğrafyacıların Latince’ye ve diğer Avrupa dilleri­ne tercümesinden sonra geçildiği, Batı kaynaklarında da ifade edilmektedir. SicilyalI İdrisî’nin "Nüzhetü’l-Müştak'ının,İbn Havkal'ın ''Kitab-ul Mamalik ve'l Mesalik'inin,Ebul Ferda'nın 'Takvimul Buldan'ının,yahut Hamevi'nin 'Mucemul Buldan'ının,İbn Hardadbih'in,Fergani'nin,El Biruni'nin ve benzerlerinin Batıdaki etkilerini inkâr etmek mümkün değildir.Bu konuda Watt şöyle yazmaktadır

"Avruplıların edindiği en geniş ve en doğru coğrafi bilgiler Müslümanlar sayesinde olmuştur. Malmesburglu William’in XII, yüzyılın babında yazdığına göre, o zamanki insanlar Avrupa hariç, hâlâ bütün dünyanın Müslümaıılara ait olduğunu zannediyorlardı.(51)

' İslam tarihçiliği de,Yunan tarihçiliği ile mukayese edilemez. Hatta tarihçiliğin İslam medeniyetinin bir ürunü olduğunu ileriye sürenler de az değildir. Bunu iki se­bebe dayandırmaktadırlar. Dinin emri olduğu için Müs­lümanların bütün ilimlerin köklerine inmeleri, onlara azamî özen göstermeleri ilk sebep kabul edilmektedir, İkinci sebep olarak da, Araplar kadar ecdat silsilesine önem veren bir başka milletin bulunmamasına bağla­maktadırlar. Kanaatimizce Müslümanların Hz. Peygamber’e sevgilerini de bunlara ilave etmek gerekir. Zira ilk tarih kitaplarından birisi Muhammed İbni ishak’ın 767’de yazdığı "Siyer-i Nebí" (Hz. Muhammed’in Hayatı) adlı eseridir.

İslamiyet’ten sonra bu anane, yâni geçmişin izini sürmek, tarih yazmak merakı diğer İslam milletlerine geçti. Bunun içindir ki pek çok Müslüman gibi İbni Ku- teybe de (828-889) insanlığın tarihini kaleme almaya kalktı. Ebu Câfer El Taberî ömrünün kırk yılını vererek, "Kitabu’l- Ekber Er-Resul ve’l-Mülk" adlı eserini yazdı. Bu eser yaradılıştan 913 yılına kadar Resullerin ve hü­kümdarların tarihini vermektedir. Bugün sâhip olunan on beş cildin, orjinalinin onda biri olduğu iddia edilmek­tedir. (52)Taberî de her olayı, Bossuet gibi, Allah’ın takdiri ile izah ediyordu. Eserinde kronolojik sıra takip etmiş, anlattıklarının yanında hadislere yer vermiştir. Kaynakları zikretmesi de ilim anlayışını ve araştırma metodunu gösteren bir delildir.

Büyük seyyah olan ve Çin Denizine ulaştığını söyleyen El-Mesûdî, Taberî'nin takipçisidir, Gezdiği yerleri, müşahede ettiği olayları otuz ciltlik bir eserde topladı. Eserini çok uzun bulduğundan sonradan onu, "Altın ve Kıymetli Taş Madenleri, Çayır" diye kısalttı. El-Mesûdi den hareketle Durant Müslüman tarihçiler için şöyle demektedir: "Tarih ve coğrafyayı rahatça birleştirmekte­dirler. Beşerî olan hiçbir şey onlara yabancı değildir. Ve hepsi de çağdaşları tarihçilerden üstündür."(53)

Batı’da ise tarih merakı çok yakın zamanlarda doğ­du. Vıco,Hegel,Kari Marx’dan sonra büyük önem kaza­nan tarih felsefesi, yukarıda belirtilen sebeplerden dolayı altı yüz yıl önce Ibni Haldun tarafından va’z edildi. Haklı olarak o, birçok noktalardan da tarihî maddecilerin, sos­yologların, beşerî coğrafyacıların öncüsü sayılmaktadır.

Müslümanlarla temasa geçmeden önce Batı musikîsi yalnız kilise İlahîlerinden (hymne) ibaretti. Musikîlerini nota ile seslendirmelerine İslam-Doğu musikisi sebep ol­du. Müslümanlar daha yedinci yüzyıldan itibaren usûle dayanan eserler yazdılar. Bu tarz 1190 yılına kadar Batı­lılarca bilinmemekteydi. Sol anahtarını ve beş hatlı nota­yı ilk defa Müslümanlar kullandıkları gibi, şef asâsı da Medineli Suryaj isminde bir musikişinastan gelmekte­dir.(54) Pek çok musikişinasın eserleri Batı’ya tercüme edildi. Bunların arasında Ebu’l Ferec (Ali bin Mehmed Ebul Ferec),in "Mecmuâtü’l-Elhan" adlı eseriyle, Fârâ- bî’nin "Anâsırü’l-Musikî"si zikredilmeye değer.

Ortaçağda İslam âlemi ilim bakımından Batı ile mu­kayese edilemeyecek kadar ileri olduğu gibi, aynı zaman­da "Bin bir Gece Masallarının diyarıydı. Güç, kuvvet gi­bi zenginlik de orada toplanmıştı. Her şeyiyle Batı’yı etkiliyordu. Von Lecog’un dediğine göre Türkistan’dan Avrupa’ya moda elbiseler getirilmişti. Yapılan kazılar­dan çıkan heykellere bakarak bugünkü Batı kıyafetinin de Türkistan menşeli olduğu ileri sürülmektedir.

İslam bilgin, düşünür ve sanatkârları Arapça’yı kul­lanmalarına rağmen, belki de aralarında Arap olmayan daha çoktu. Ama Kurtuba, Semer kant arasında İslam bilginleri gramer çalışmalarıyla Arapça’ya klasik şeklini vererek parlak bir edebiyatın temellerini attılar. Hazırla­dıkları lügatlerle kelime hâzinelerini düzene koydular. Ansiklopedi ve antolojilerle pek çok eserin gelecek nesil­lere intikalini sağladılar. Yoğun çalışmalarla oluşturulan bu edebiyatın Batı’ya tesir ettiği de bilinmektedir. Kafi­yenin bile İslam âleminden Batı kültür dünyasına intikal ettiği belirtiliyor.(55) Batı’da edebiyat, İtalya ile İspanya’dan diğer Avrupa ülkelerine yayıldı. Bilhassa eski İs­panyol, İtalyan edebiyat ürünleri İslâmî etki altındadır­lar. Hatta ünlü Dante’nin, kendisini klasikler arasına da­hil eden "İlahî Komedya"sını dahi Arap yazar ve şâiri Ebû Âlâ Maarrî’nin "Risaletü’l-Gufran" adlı eserinden kopya derecesinde aldığını İspanyol bilgini M. A. Polacio (1918 yılında) ispat etti.(56) Batı edebiyatının yüz akı kabul edilen Donkişot (Donquichotte) da İslam edebiyatının etkisiyle ortaya çıkan bir ürün kabul edilmektedir.(57)

İslam’ın etkisi Batı’nın bütün hayatında görünmek­tedir. İslamiyet’in ilk dönemlerinde ortaya çıkan harikulâde hukuk da Batı hukuk anlayışını çok etkilemiştir. Batı’nın ciddî âlimleri de bu gerçeği bilmekte ve inkâr et­memektedirler. Ay haritaları literatüründe pek çok yere Bettânî, Ebu’l-Fi’da gibi İslam bilginlerinin adları veril­mesi de ilim erbabının kadirşinaslığının ifadesidir.

Muhakkak ki İslam âlimlerinin ve medeniyetinin Ba- tı’ya tesirleri bunlardan ibaret değildir. İslam âlimleri ve medeniyeti de yabancılardan faydalandılar. İlimler insan­lığın ortak malıdır; onu idrak eden zihinlerin istifadeleri tabiîdir. Eski Yunan, hatta az da olsa Hint ilimlerini ter­cüme ettiler. Bazıları onları üstat kabullendiler; kimileri de üstatlarının ardından gitmeyi görev bildiler. Meselâ Ibrahim-i Muazzam Anqxogarosi, Ebu’l-Huzeyl Democrite’yi takip ettiler. Diğer taraftan pek çokları da fikirle­rine ters gelen Yunan flozoflarına hücumda bulundular; reddiyeler yazdılar. İlk İslam diyalektiği (Cedel)nin bura­lardan doğduğu da söylenebilir. İslam dünyasının eski Yunan’la ilim ve kültür alışverişini Luvis Young doğru olarak şöyle yorumlamaktadır: "Müslümanların Yunan kültürünü geliştirmiş olmaları, dünya kültür tarihinin çok önemli halkalarından birini oluşturur. Pek tabiî olarak bu İslam uygarlığının eski Yunan uygarlığının soyut bir taklîdi yahut onun bir yansıması olduğu anlamına gel­mez.İslam uygarlığını münakaşa ederek değerlendirme­ye koyulduğumuzda- İslam sayesinde Arap yarımadasın­da ortaya çıkan parlak düşünceleri ve Müslümanların bu düşüncelerden, Yunan kültürünün verilerini sentezleyerek yeni bir kültür, özgün bir uygarlık meydana getirdik­lerini aklımızdan hiç çıkarmamalıyız."

Batı’da uzun zaman ciddî bir yanılgı yaşandı. Yunan medeniyetini kendiliğinden doğmuş sanıyorlar, "Yunan mucizesi" diyorlardı. Avrupalılar, Homeros’la ve İyonya filozoflarıyla başlayan bu medeniyet devrine yerden fış­kırmış bir kaynak nazarıyla bakıyorlardı. Halbuki onlara bu medeniyet Mısırlılar, Sümerler, Babililerden gelmişti; denizci Finikeliler de onun en büyük taşıyıcılarıydı. Bu medeniyetlerin ardında da Uzak-Doğu, Hindistan bulun­maktadır. Aslında ilimler, medeniyetler gezen nesneler­dir; nerede kendilerine uygun zihniyet ve ortam bulurlar­sa, orada kökleşip, meyvelerini verirler. İlk birikimlerin nerede başladığı medeniyet tarihçilerinin ebediyyen meçhûlü kalacaktır. Her bulunan medeniyetin mutlaka bir evveliyatı vardır. Mantık bizi insanın menşeine götür­mektedir.

Elbette Mısır, Bâbil ve Sümerlerden aldıklarına Yu- nanlılar çok şey kattılar. Müslümanları da, önce de belirtildiği üzere, Yunan taklitçisi saymak hatalıdır; Müslümanlar Yunan mirasını sadece unutulmaktan kurtarma­dılar; aldıkları malzemeyi geliştirdiler ve zenginleştirdi­ler. Batı’yı da çok etkilediler. Meselâ XVIII. yüzyılın sonlarına doğru Avrupa’da kuvvetli bir İbni Rüşdcülük (Averroisme) cereyanı belirdi. Bu hareket İbni Sînâcılık akımıyla karşılaşıp, çarpıştı. İbni Rüşdcü olan da, İbni Sînâcı (Augustinisme) olan da Avrupalı idi. Nihayet İbni Sînâcılığın tekamülünden doğmuş Thomisme felsefesinin galebesiyle sonuçlanan bu fikir mücadelesi Ortaçağda İs­lam felsefesinin Batı’da ne kadar etkili olduğunu göster­mektedir.

Aslında Max Scheler’in dediği gibi her millet veya ümmet büyük medenî akışla birleşen ve o akışa karışan bir sudur. Oswald Spenglerin sandığı şekilde kendi içine kapanmış, başkalarından habersiz ve kendi kendine do­ğup büyüyen, devresini tamamlayan medeniyet yoktur. Eski Çin-Hint, Orta Asya, Sümer, Mısır, Bâbil’i Yunan ve Latin’de, Yunan ve Latin’i İslam dünyasında, İslam medeniyetini de Avrupa’nın Rönesans ve sonrasında gö­rüyoruz. Değişik medeniyetler yan yana yaşamalarına rağmen aynı dönemde çağa damgasını basan insanlığın tek bir yüksek medeniyeti vardır, o da insan toplulukları arasındaki karşılıklı tesirlerin büyümesi, çoğalması ve ge­nişlemesiyle boy atmaktadır. Karşılıklı tesirlerden doğan kıvılcım bir başka verimli toprağa düşebilir; ama o kıvıl­cım koptuğu ateşin özelliklerini hâvidir; boy atarken düş­tüğü ortamın özelliklerini de bünyesine katar.

Bir yanlış kanaat da ilimlerin metotlarının Batı’da ortaya çıktığıdır. Önce de belirtildiği üzere araştırma, in­celeme, deneme metotlarını ilk dönem Müslümanları, bilhassa Şam ve Bağdat’ta tatbik ediyorlardı. Sonra bu metotlar bütün İslam dünyasına yayıldılar.

Fakat Hıristiyanlarla Müslümanların ilme bakışları farklıdır. Havari Paulus, "Tann hikmeti aptallığından mı dünyaya açıklamadı?" diye sorarken ilmin önüne set çekiyordu. Kur’an ise pek çok âyetinde ilim ve ilim adamla­rını övüyor; Hz. Peygamber de İlmi, bir kâfirin dudakla­rından olsa dahi alınız", 'Tahsil hem kadın için, hem de erkek için farzdır", 'Tahsil, cihâd-ı mukaddestir", "Âlim ol, yâhut âlimlerin talebesi, yahut dinleyicisi, veyahut dostu ol; fakat beşinci bir vaziyette bulunmamaya dikkat et; çünkü mahvolursun.", "Bu dünyayı isteyen ilme sarıl­sın, âhireti isteyen ilme sarılsın; hem bu dünyayı, hem âhireti isteyen ilme sarılsın" gibi hadislerle ilmi teşvik ediyordu. İslamiyet, ırklar, milletler, kişiler arasında mutlak bir eşitlik ilan ettiği halde Kur’an-ı Kerim yalnız âlimle cahili eşit tutmamış ve bu konudaki hükmünü de Zümer Suresi’nin dokuzuncu âyetinde şu yüce ibareyle insanlığa ilan etmiştir: "Bilenlerle bilmeyenler hiç eşit olur mu?"

Bir de din telakkileri ilim bakımından etkili oluyor­du. Hıristiyanların mukaddes kitabını okumak ruhban sı­nıfına aitti. Bu sınıfa ait olmayan bir kişi ona yaklaşamazdı. Bu da okuma, yazmayı sınırlandırıyordu. Hunke IX.-XII. yüzyıllarda Orta-Avrupa’da okuma-yazma bil­meyenlerin oranının %95 olduğunu acı bir üslûpla ifade etmektedir. Halbuki İslam âleminde köy ve şehirlerde kız ve erkek çocukları Kur’an sûrelerini ezberlemek için gayret sarf ediyorlardı. Konuşmaya başlayan çocuk kelime-i şehâdeti ezberlemekle öğrenim devresine girerdi. İslam ülkeleri, imkânların el verdiği ölçüde bir mektep havasına büründürülürdü. Câmilerde, çeşme başlarında, açık havada öğretim ve eğitim yapılırdı. İlk öğretim oku­yup, yazmaktan başka, karakteri teşekkül ettirmeyi, ikin­ci öğretim basamağı ise bilgi vermeyi hedef tutardı. Alimler câmilerde Kur’an tefsirleri yapar, hadis, ilahiyat ve hukuk dersleri verirlerdi. Zamanla ilâhiyat ilmine gra­mer, dil, edebiyat, mantık, matematik, astronomi ve di­ğer ilimler eklendi. Bir şehre gelen öğrenci veya meraklı giriş kapılarına, duvarlara asılan listelerden günün hangi saatinde, câmilerde hangi dersin yapıldığını öğrenir, ken­disine uygun hocayı bulmakta güçlük çekmezdi.

Müslümanlar ve Batılılar ilimlerde farklı gayeler ararlardı. Her şeyde olduğu gibi, ilimde de Müslümanlar önce Allah rızasını gaye edinmişlerdi. 'Faydasız ilimden Allah'a sığınırım." lafzını benimsemek, onlar için başlıca amaç kabul edilmişti. Allah’ın yasakladığı hususlarda rı­zası aranmazdı; zaruret olmadıkça bu hususlar ilme konu edilemezdi.

İslam’da ilimler "hayır-şer" ayrılığı esası üzerine oturmuştur. İnsanlığa yararlı olacak, yani "hayırlı" ilimle­re zaman ve emek sarf edilirdi. Zararlı olabilecek husus­lar ilmin konusu yapılamazdı. Meselâ hiçbir zaruret yok­ken, ağır sarhoşluğu temin gayesiyle, daha etkili alkol üretmek için araştırma yapmak caiz değildir.(58)

İslam’da insanın Allah’ın yeryüzündeki halîfesi ka­bul edilmesinin gerektirdiği sorumluluklar da göz ardı edilemez. Hangi şart ve hangi durumda olursa olsun, im­kânlar sınırlıdır; bu sınırlılık takdim-tehir konusunu ilim insanlarının önüne getirir. Dünyanın herhangi bir yerin­de açlıktan ölen insanlar varken, insanlığa ne kadar yara­rı dokunacağı belli olmayan Ülker yıldızına dair araştır­ma yapmak caiz bulunmayabilir. "Benim vatandaşım" de­ğildir telakkisi, İslam’da revaç bulmaz; çünkü sorumlulu­ğun sınırı yoktur. Batı medeniyeti insanları dinlerine ve­ya bir başka kritere göre sınırlayabilir; imkânlarını da ona göre kullanabilir; ama İslam’da insan sınırlandırıla­maz; zira o bizatihi insan olmakla "Allah’ın halifesidir.

Dipnotlar:

1-Danişmend, İsmail Hâmi: İslam Medeniyeti, İst. 1982, s. 16
2-Durant, Will: İslam Medeniyeti, Ter. Orhan Bahaeddin (tarihsiz) İst, s. 89
3-Durant, Will: a.g.e., s. 88
4-Hunke, Sıgrid: İslam Güneşi, Ter. Servet Sezgin, İst. 1975, s. 245-246
5-Keklik, Nihat: Türk-İslam Filozoflarının Avrupa Filozoflarına Etkileri Konusunda Yeni Örnektir, İst. 1987, (s. 7’de İbn Mıskevenk, Risale Fin-nefs ve’l Akl (Arapça metin); s. 59-60 Mısır-M. Akkoun, Deux Epit- res des Miskoucayh, Domas 1961-1962 içindeyi gösteriyor.)
6-Keklik: a.g.e., s. 8’de Molebranche, Etretiens Surla Metaphysigue et sur la religion s. 92; 93’ü gösteriyor.
7-Keklik: a.g.e., s. 13-14’te Malobrohce, Hakikatin Araştırılması 2/674’i gösteriyor.
8-Campenalle: Güneş Ülkesi, Ter. Vedat Günyol-Haydar Kazan, İst. 1965 s. 32
9-Keldik, Nihat Felsefenin Tekniği, s. 171’de Malebranche Hakikatin Araştırılması 2/65-66’yı gösteriyor.
10-“ Keklik: Türk-İslam F.A.F.E-K.Y.Ö, s. 56
11-Bu konuda Durant şu bilgileri vermektedir "Kâğıdın Çin’de kullanılma­ya başlaması M. S. 105 yılına rastlar. Mekke’de 797, Mısır’da 800, Ispan­ya’da 950, İstanbul’da 1100, Sicilya’da 1102, İtalya’da 1154, Almanya’da 1228, İngiltere’de 1309 yılında kullanıldı. (Keklik: Türk-İslam F.A.F. E.K.Y.Ö. s. 81)
12-Watt, Montgomery: İslamm Avrupa’ya Tesiri, Ter. Hulusi Yavuz, İst. 1986 s. 34
13-İzmirli, İsmail Hakkı: İdam Mütefekkirleri ile Garp Mütefekkirleri Ara­sında Mukayese, Ankara 1987, s. 17
14-Danişmend: a.g.e. s. 42’de Artur Pelleger’in I. İslam dans Le Monde 1950 s. 97’yi gösteriyor
15-Durant: a.g.e., s. 98
16-Durant: a.g.e., s. 99
17-Danişmend: a.g.e. s. 6’da Risler La Civilisation Arabe eserinin s. 61’ini gösteriyor.
18-Danişmend: a.g.e. s. 37’de Risler La Civilisation Arabe eserinin s. 161-162’yi gösteriyor.
19-Danişmend: a.g.e. s. 46-47’de Risler La Civilisation Arabe s. 162’yi gös­teriyor.
20-Durant: a.g.e.s. 99
21-Watt: a.g.e. s. 42
22-Durant: a.g.e. s. 99
23-Danişmend: a.g.e., s. 26’da Jacques C. Risler La Civilisation Arabe s. 177-178’i gösteriyor.
24-Durant: a.g.e., s. 105
25-Hamîdullah, M: Islam Peygamberi, Ter. Salih Tuğ, c. II, Tıp bölümü
26-Hunke: a.g.e. s. 141-143
27-Hunke: a.g.e. s. 140
28-Hunke: a.g.e., s. 174
29-Durant: a.g.e., s. 107
30-Durant: a.g.e., s. 179-180
31-İzmirli: a.g.e., s. 16
32-Durant: a.g.e., s. 21
33-Durant: a.g.e., s. 107-108
34-Durant: a.g.e., s. 108
35-Durant: a.g.e., s. 10
36-Danişmend: a.g.e., s. 37-38’de L.P.E.A. Sèlidot Mate’riaux paux servir ai historié (comparè’des sciences mathématiques 1845-1849 paris s. 460’i gösteriyor.
37-Durant: a.g.e., s.108
38-Duran: a.ge., s. 111
39-Durant; a.g.e., s. 108’de şu bilgiyi vermektedir: ’’Paris Üniversitesi Tıp Fakültesi’nde iki Müslüman hekimin resimleri asılıdır: Râzî ve İbni Sînâ.w
40Danişmend: a.g.e., s. 31-32’de Cartier Morcurs et Coudemes des Musul­man 1955 s. 245’i gösteriyor.
41-Durant: a.g.e., s. 110
42-Goichon, A. M: İbni Sînâ Felsefesi ve Ortaçağ Avrupası’ndaki Etkileri, Ter. İsmail Yâkut, İst. 1980, s.137
43-Durant: a.g.e., s. 103
44-Nasır, Seyyid Hüseyin: a.g.e. s. 181
45-Durant, a.g.e.: s. 103
46-Danişmend: a.g.e., s. 60’da Louis Gillet Rebeu des deux mondes, 15.8.1946, s. 419-429 da Pascal ve Ghazzali’yi gösteriyor.
47-Madudin Halil: İ. İ.. İslam Medeniyeti Üzerine, Ter. Mehmet Yakın, İst. 1987, s. 63-64.
48Duran: a.g.e. s. 104 '
49-İzmirli: a.g.e. s. 34
50-’ Durant: a.ge., s. 91
51-Watt, Montgomery: İslam’ın Avrupa’ya Tesiri, Ter. Hulusi Yavuz, s. 31
52- Durant: a.g.e., s.

53- Durant, a.g.e. s. 54-
54-Danişmend: a.g.e., s. 29’da Charles Mills’in Histoire do Monammetis- me’nin Fransızca baskısı Paris, 1925, s. 438’i gösteriyor.
55-Yeni Hayat Ansiklopedisi, cilt II
56-Danişmend: a.g.e., s. 62
57-İmadüddin Halil: a.g.e., s. 86’da El Arap ve A’raba (Araplar ve Arapçı- lık) s. 36’yı gösteriyor.
58-Münif Paşa: Mecmua-i Fünun Mukayese-i İlm ü Cehl, 1862, c.l, s.l, s.
22-23

 

Mehmed Niyazi - Medeniyetimizin Analizi ve Geleceği
Devamını Oku »