Hikmet ve Manası

Hikmet ve Manası

Hikmetin mânasına gelince kimileri bu konuda şöyle demiştir: “Hik­met, ilim ve ameldir.”



Kimileri: “Hikmet Kuranın anlaşılmasıdır.” demiştir.



Bazıları da Allah Teâlanın ‘’Dilediğine hikmet verir, hikmet verilene ise pek çok hayır verilmiş demektir.’’âyetinite’vil etmek suretiyle hikmetin nü­büvvet (peygamberlik) olduğunu söylemişlerdir.



Aslında fesadın girmesine izin verilmeyen her hüküm hikmettir. Doğru­luk (sıdk), vefa ve ihlâs şartına bağlı Allah için olan her tâat hikmettir. Allahın bütün fiilleri hikmettir. Çünkü Allah’ın bütün fiilleri O’nun murâd ettiği ve bildiği surette meydana gelmiş ve bunlardan her hangi birinin vuku bulması Allah'ın ilmine ve irâdesine aykırı düşmemiştir.



İnsanlardan kimi de şöyle demiştir: “Hikmetin mânası ilmin mânasındadır. Filan hakimdir (hikmet ehlindendir) denildiğinde, bununla o kimsenin âlim ve fiillerini muhkem (sağlam, hikmetli) yapan kişi olduğu kas­tedilir” Yine “Allah daima hakimdir.” denildiğinde daima âlimdir şeklinde anlaşılır. “Muhkem (işlerini sağlam ve hikmetli yapan) mânasında Allah daima hakimdir.” denildiğinde, bu durumda hikmet Allah’ın fiili sıfatla­rından olur.

İbn Furek - Tasavvuf Istılahları

(Türkiye Yazma Eserler Başkanlığı)
Devamını Oku »

Riya,Şirk,Kendini Beğenme ve Riya ve Nifak Arasındaki Fark



ay2

Haris el-Muhâsibî’ye riyanın aslının (ne olduğu) sorulduğunda o şöyle ' cevap vermiştir: “Riyânın aslı, dünya sevgisinden kaynaklanır.” Bunu biraz daha açıp delilini açıklaması istendiğinde, el-Muhâsibî: “Evet, açıklaya­yım. Kişi dünyayı sevdiğinde dünyada kalmayı ister. Böylece ehl-i dünya­nın yanında şöhreti ister ve murâdını elde etmek için de insanlar yanında görüşlerinin güzel görünmesini ister.” demiştir. “Riyânın mânası nedir?” diye sorulduğunda: “Yaptığı güzel amele karşılık övülmeyi istemektir.” ce­vabını vermiştir. “Riyakârlık yapanın alâmeti nedir?” diye sorulduğunda ise: “Şu üç haslettir: Topluluk içinde dinç» yalnızken tembel olur ve işleri­nin hepsinde insanlar tarafından övülmesini ister” demiştir.

Bazı kimseler tarafından nifak ve riyâ arasındaki farkın ne olduğu sorul­duğunda el-Muhâsibî şöyle demiştir: “Nifak (iki yüzlülük) kişinin kalben inandığının aksini dille söylemesidir. Nifak kelimesi, tünel mânasına gelen nâfıkat kelimesinden alınmıştır. O da iki kapısı olan aktavşan yuvası gibi­dir, birini kapatsan diğerinden kaçar. Münâfık ta böyledir. Münâfık diliyle (imana) girer, kalbiyle (imandan) çıkar. Yağcılık ise bir tür aldatmadır, bu da münafıklığın sıfatıdır.”

Haris el-Muhâsibî’ye riyâ ve kendini beğenme (ucb) arasındaki farkın ne olduğu sorulduğunda o şöyle demiştir: “Kendini beğenmenin sıfatı, amel anında nefsine bakıp başarı, marifet ve desteğin Allah’tan geldiği bilgisini unutarak onu çok (güzel amel olduğunu) görmesidir. Bu durumda olan kimse güzel fiiline karşılık insanların kendisini övmesini ister. Buna delil Allah Teâlâ’nın şu âyet-i kerîmesidir. “Huneyn savaşında size yardım etmişi.Hani çokluğunuz size kendinizi beğendirmişti. ” Bir şeyin çok olmasını iste­me kendini beğenmeden kaynaklanmaktadır.”

“Kendini beğenme hâli kalpten neyle zâil olur?” diye sorulduğunda o şöy­le demiştir; “Allah Teâlâ'nın ameli sende ortaya çıkarmasının, O’nun sana bir hibesi ve nimeti olduğunu bilmendir. Zîrâ Allah Teâlâ seni amele muvaffak eylemek suretiyle daha özel kılmıştır, senin kendi marifetin ve hak edişinle değil. Bunun Allah’ın nimeti olduğunu bildiğin zaman, nimete karşılık nimet verene şükretmek senin üzerine vacip olur. Böylece O’na hüsn-i zan besleyerek şükrünün kabul etmesini ümit edersin, düşmanın ameline engel olmasından ve ameline fesadın katışmasından korkarsın.”

“Kendini beğenme hâlini nefsten defetme hususunda bizi güçlü kılacak o hâlle ilgili biraz daha söylediklerine ilave edebebilir misin?” denildiğinde Haris el-Muhâsibî: “Evet, anlatayım. Senin olan veya senin olmayıp da beğendiğin şeylerden bana bir şey söyle. Eğer (beğenip yaptığın amel) hakkında bu be­nimdir dersen, gayb ilmini iddia etmiş olursun. Bunun senin olduğunu nasıl biliyorsun çünkü kabul edildiğini bilmiyorsun ve olmuş geçmiş bir engelden de emin değilsin. Eğer benim olmayan bir şeyi beğendim, söylersen, o zaman senin olmayan bir şeyi beğenmek akıl için nasıl caiz olabilir?” demiştir.

Şirke gelince o iki kısma ayrılır: Birincisi: Allah Teâlâ’nın şu âyetinde: “Al­lah kendisine ortak koşulmasını elbette bağışlamaz. ” zikrettiği şeydir. Bu da kaderde ve yaratmada Allahla beraber bir ortak olduğuna inanmaktır. Nitekim Kaderiyye ve Mecusiler bu görüştedirler. İkincisi: ibadette ortak koş­maktır. Bu da âyette: “Kim Rabbine kavuşmayı umuyorsa yararlı bir iş yapsın ve Rabbine ibadette kimseyi ortak koymasın’’ Allah Teâlâ’nın zikrettiği husustur. Ayrıca Hz. Peygamberden (s.a.) rivayet edilen bir hadiste O şöyle buyurmaktadır: “Şirk, ümmetimin içinde zifiri karanlık gecede yürüyen karıncanın ayak seslerinden daha gizlidir. ”  Buna örnek olarak kişinin bir yandan amelini gizleyip bir yandan da amelini gizlediğinin bilinmesini istemesi verilebilir.

İbn Furek - Tasavvuf Istılahları

(Türkiye Yazma Eserler Başkanlığı)
Devamını Oku »

Fakirlik ve Zenginlik



Fakirlik ve ZenginlikFakirlik ve zenginlik konusuna gelince, Ebû Bekir şöyle der: “Fakirlik üç kısma ayrılır: 1. Mahlûkât olarak Allah Teâlâ’ya muhtaç olmak. 2. Dünya mallarından mülk ve zenginliklerden herhangi bir şeye sahip olmama mâ­nasında fakirlik. 3. Nefis fakirliği ki Hz. Peygamber (s.a.) bundan Allah’a sığınmıştır.”

Fakirlik ve Zenginlik

Sûfilerin üzerinde konuşup faziletine işaret ettikleri fakirliğe gelince; bu konuda Cüneyd-i Bağdadîden rivayet edildiğine göre sadık fakirden ve onun cennete zenginlerden beş yüz sene evvel girmeye ne zaman müstahak olacağından sorulduğunda o şöyle demiştin “Eğer bu fakir, amellerini kalp­ten gelerek, Allah için yapıyor ve Allah’ın hududuna riâyet ediyorsa Nite­kim Allah Teâlâ’nın bir âyet-i kerîmede: “Sadakalarınızı, kendilerini Allah yoluna adamış olan fakirlere veriniz.” buyurduğu gibi bu durum, onun için insanlardan ümidin kesilip Allah’a muhtaç olduğunun açık şekilde tezahür ettiği bir durumdur. Fakir kimse, bu vasıflara sahip olduğunda, cennete zenginlerden beş yüzyıl önce girer ve kıyâmet günü bekleme ve hesâb sıkın­tısından kurtulur.”



Cüneyd-i Bağdadîden rivayet edildiğine göre o şöyle demektedir: “İnsa­nın (hakiki mânada) fakirliği ancak kıyamette ondan daha fakir kimsenin olmayacağını ikrar etmesiyle gerçekleşir.



Zenginlik de fakirlik gibi üç kısma ayrılır: 1, Gönül zenginliği. Bu her­kes tarafından istenilen ve övülen bir durumdur. 2. Mal zenginliği. Bu İh­tilâf konusudur. 3. Allah ile istiğnâ (Allah'tan gayrisinamuhtaç olmama).



Cüneyd-i Bağdadîye: “Allah Teâlaya ihtiyacı olmak (iftikâr) mı yoksa Allah Teâlâ ile istiğna (ihtiyaçsızlık) hâli mi daha mükemmel bir hâldir?” diye sorulunca o şöyle dedi: “Allah’a iftikâr hâli, Allah ile istiğnâ hâlini gerekti­ren bir hâldir. Allah Teâlaya ihtiyacı olma hâli sahih ve doğru olunca Allah  Teâlâ ile istiğnâ kemâle ermiş olur. Şu hâlde “İftikâr mı yoksa gınâ mı daha mükemmeldir?” denilmez. Çünkü bu ikisi, biri diğeri olmadan tamam ol­mayan iki hâldir. Sahih bir iftikârdandır sahih bir gına.”



Yusuf b. Hüseyinpe: “Zenginin alâmetleri nelerdir?” diye suâl edildiğinde o şöyle demiştir: “O’nun zenginliği dünya için değil, din içindir. Böyle bir zenginin ticareti, günah ve düşmanlık üzere yardımlaşan kimselerle değil, ka­zancında takva ve iyilikte yardımlaşan kimselerle hakka mani olmayan şekil­de olmalıdır O’nun kalbi, Allah’ı bırakıp malına taalluk etmez. Ne fakirliğin­den hoşnutsuzluk ne mülküne ünsiyet duyar. Zenginliğinde Allah’a muhtaç olduğu gibi fakirliğinde de Allah ile müstağnidir. İşte bu kimse kurtuluşa eren  ve kurtulan kimselerdendir. Hz. Peygamberden gelen bir haberde zikredildiği gibi bu kimse fakirlerden beş yüz yıl sonra cennete girecektir.'



Ömer b. Osman el-Mekkî’ye zenginlikten sorduklarında o şöyle demiş­tir: “İstiğnan zenginlik ile ise, müstağni olabilmek için zenginliğe muhtaç­sın demektir; istiğnân zenginlik ile değil de Allah ile ise, sen zenginlikten de t gaynsmdan da müstağnîsindir.”



Cüneyd-i Bağdâdî der ki: “Hakkın, gınanın hakikatiyle aziz kıldığı ne­fisten ihtiyaçlar ve zâilolur”



FAKİRLİĞİN ZENGİNLİKTEN DAHA ŞEREFLİ OLMASI




Alimler kanaatkar fakirin şükreden zenginden daha şerefli olduğu hak­kında fikir beyan etmişlerdir. Alimlerin çoğunluğu, kanaatkar Fakirin şük­reden zenginden hâl olarak daha şerefli olduğu görüşüne sahip olmuşlardır.

Bir kısım âlim ise, şükreden zenginin kanaatkar ve sabırlı Fakirden hâl olarak daha şerefli, olduğunu söylemiştir. Buna örnek olarak, Hz. Nuh, Hz. İbra­him, Hz. Mûsâ gibi büyük ve faziletli peygamberlerin zengin olduklarını, peygamberlerin azının Fakir olduğunu zikretmişlerdir. Mesela Hz. Nuh’un gemisi, Hz. İbrahim’in koyunları, Hz. Davut*un askerleri, Hz. Musa’nın  hâzineleri ve Hz. Muhammed’in -salevâtullâhi aleyhim (Allah hepsine rah­met eylesin)- Fedek arazisi vardı.



Bazı kimseler: “Zenginliği, (sahip olunduğunda) şükür ve sabır etmeyi gerektiren bir durumun ona nasip edildiği şeklinde (bir anlayışı) bulduk. An­cak fakirlik böyle olsa da, onda sadece sabretmeyi gerekli kılan bir durum  vardır. Bu noktada fakirlik, Allah’ın huzurunda bulunma ve Allah dışındaki şeylerden kalbi boşaltma noktasında zenginlikle ortak yöne sahiptir. Zengin­lik, Allah Teâlâ’nın onunla beraber şükrü gerekli kıldığı fakirlikte olmayan bir durumdur. Şükür, devamlı şükür etmeyi gerektiren bir nimettir. Sultânın emrine me’mûr kılınan elbet daha hayırlıdır kılınmayandan.” demişlerdir.



Bu hususta bir kimse şöyle demiştir: “Bu (tür) zenginlik mülkün sahi­binin (nasip ettiği) kaynaklar ile elde edilir. Çünkü mülkün sahibi ona kul­larına malını infak hususunda tasarruf ve idare yetkisi vermiş, yeryüzünün hazîneleri onun için sevk edilmiş, bunun için (gerekli olan) kaynaklar ona uzatılmıştır. Bîr taife, bu (durum bazen) mülk sahibinin kapı(sında bulunmakla): ikinci taife, bazen mülk sahibinin kaynaklarıyla; üçüncü taife, bazen mülk sahibine köle olmakla; dördüncü taife ise, bazen de vasıflarıyla yücelttiği mülk sahibinin habibi olmakla elde edilir (demişlerdir).



Böylece onu, sâlih ve acizlere yardım edip dini emirlerin hepsinin kema­le erdirdiği güzel yakînin itirafı kaplar. Bu durumda bazen o, temkin deni­zine dalar, bazen de, isteyen fakirlere mülk sahibinin malını tüketme hakkı olduğunu hatırlatır. Bu fakirlere, dini ikame etmek üzere yardım isteme taleplerine karşı cömert olmayı mülk sahibi mübâh kılmıştır. Bu durum­da zenginle fakir, efkâr (fikirlerde), ezkâr(zikirlerde), kurbiyet (yakınlık), ünsiyet (arkadaşlık), muhâdese (konuşma) ve mücâlese (bir arada oturma) hususunda müşterektir. Bu durumdaki kimse efendisiyle beraber olur ve ö, Allah’ın kullan için mallarını kullanma konusunda muhatap kılındığı şeye bakar. Çünkü Allah Teâlâ Nebi sine (s.a.) zenginlikle iyilikte bulunmuştur:



Allah Teâlâ şöyle buyuruyor: “ Ve seni bir yoksul iken zengin etmedi mi? Müfessirler, âyette geçen ‘ğabile” kelimesinin masdarı olan “iL*Jî” kelimesi­nin fakrmânasında olduğunu söylemişlerdir. Allah Hz. Peygamber i (s.a.) Hz. Hatice’nin malıyla zenginleştirmiştir. Zenginlik Allah’ın sıfatlarındandır. Allah’ı fakir olarak isimlendirmek caiz değildir. Çünkü Allah Teâlâ öv­güsü ve fazileti çok olan sıfatlarla vasfedilir.



Çoğu mütekaddimûn ve müteahhirûn âlimlerden oluşan diğer bazı kimseler ise, sabreden fakirin şükreden zenginden hâl itibariyle daha iyi ko­numda olduğunu, diyerek şu âyeti delil getirmişlerdir: “Şeytan, sizi fakirlik ile korkutur. ” Allah Teâlâ bu âyette, şeytanın kulları fakirlikle korkuttu­ğundan haber veriyor ki şeytanın korkutması ancak onun zenginliğe teşvik etmek suretiyle olur, insanın kendisi şeytana uyarak şeytanın Allah'ın kul­larım fakirlikle korkutup zenginliğe teşvik etmesini tasvip etmek istemesi nasıl olur? Zira Allah fakirleri Kur’ândakiâyetlerde övmektedir.“Allahınnasib ettiği bu ganimet mallan o hicret eden fakirlere aittir ki... "  ‘’Sadakalarınızı, kendilerini Allah yoluna adamış olan fakirlere veriniz.’’



Zenginleri şu âyetlerde yermektedir: "Kınamaya yol, ancak zengin ol­duktan hâlde gen kalmak için senden izin isteyenleredir.’’ "Nihayet, refah ve bolluk içinde olanlarını sıkıntıya uğrattığımızda, bakarsın ki onlar feryadı basarlar. ‘’ "Ne zayıflar üzerine, ne de hastalar üzerine ve ne de harcayacakları bir şey bulamayanlar üzerine bir günah yoktur."



Ayrıca Hz. Peygamber (s.a.) de şöyle buyurmuştur: "Ümmetimin fakir­leri cennete zenginlerinden beş yüz yıl önce ¡girecektir. ”



Rivayet edilir ki, kıyamet günü bir münadi şöyle seslenir: “Benim seçkin kullarım nerede?” Melekler şöyle den “Ey Rabbimiz! Senin seçkin kulların kimlerdir?” Bunun üzerine Allah Teâlâ: “Kanaat edenler ve fakirlik hükmü­ne (kaderine) razı olanlardır.” buyurur.



Allah cömertliği cimriliğe karşı faziletli kılmıştır. Şayet zenginlik fakir­likten üstün olsaydı; cimrilik cömertlikten, eli sıkı olmak eli açık olmaktan ve dünyalık bir şeyi yitirmekten müteessir olan kişi, sabredenden daha üs­tün olurdu. Cimrilik, fazla olan bir şeyi vermeyi men etmektir. Cömertlik İse; fâzla olan şeyin (vererek) noksanlaşmasını istemektir.



Allah malından severek vereni övmüş cimrilik yapanı da zemmetmiştir. "Cimrilik ettikleri şey kıyamet gününde boyunlartna dolanacaktır.” Aynı şekilde Allah kanaat ehlini de övmüştür: "Yüzsüzlükyapıp kimseden bir şey de isteyemezler.’’ Eğer zenginlik fakirlikten üstün olsaydı, isteyen (dilenci) kanaatkardan, bir şeyi talep eden, (ihtiyacından dolayı) fâzla olan şeyi iste­mekten çekinen iffetli kimseden daha üstün olurdu. Çünkü burada iffetli davranan daha fâziletli olan şeyi terk etmiştir.



İlmin cehalete olan faziletinden dolayı ilmi talep edenin sükût eden­den daha faziletli olduğunu görmüyor musun? Dolayısıyla kim dünyaya ve malına aşırı arzu içerisinde olursa, bu durum onun anlayışına göre daha faziletli olması gerekir.



Kim de mal ve dünyaya rağbet göstermezse (zühd), dünyada onun yerien aşağıdadır. Çünkü o en faziletli olan hususta dünyaya rağbet etmeyi (zühdü) tercih etmiştir. Dünyaya karşı gösterilen hırs zemmedilmiş, zühddeki faziletin övülecek husus olduğunda herkes birleşmiştir. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.), Ömer Ibn Hattab’a, “RÂzt olmaz mısın (istemez misin) dünya onların ahret bizim olsun? Onlara dünya hayatında dünyanın güzel­likleri acele olarak (hemen) verilmiştir, ” buyurmuştur. Bu hadise göre Hz. Peygamber (s.a.) çokluk (çok şeye sahip olmayı), zenginliği ve bol nimetler elde etmeyi dünyalık amel, "Ahiret bizim olsun, '’sözüyle de azlığı ve fakirliği ahretlik amel olduğuna hükmetmiştir, işte burada ahretin dünyaya karşı üstünlüğü gibi fakirliğinde zenginliğe üstünlüğü vacip/gerekli oldu. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.) şöyle buyurmaktadır. "Kim dünyayı severse ahretine zarar verir, kimde ahreti severse dünyasına zarar verir, öyle ise siz bâki olanı fani olana tercih edin.’’





İbn Furek - Tasavvuf Istılahları

(Türkiye Yazma Eserler Başkanlığı)
Devamını Oku »

Allah'a Hüsn-i Zan İçerisinde Olmak

Allah'a Hüsn-i Zan İçerisinde Olmak

Müellif Ebû Bekir îbn Fûrek şöyle der: “Bu konuda aslolan kulun Allah Teâlâ’nın rahmet, kerem, cömertlik sıfatlarına, (nefsine) itimat ve güven ol­madan O’na hüsn-i zan içerisinde olmasıdır. Bununla ilgili kendine itimat  eden, nefsine güvenen ve amelinde tembellik yapanlar hakkındaki kıssada Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır: “Rabbiniz hakkında beslediğiniz zan var ya, işte sizi o mahvetti. ”



Hz. Peygamberden (s.a.) rivayet edilen bir haberde O şöyle bir bu­yurmaktadır: “Ben, kulumun zannı üzereyim artık beni dilediği gibi düşünsün.’’



Hasan el-Basrî’ye, filan kimse ben Allah’a hüsn-i zan üzereyim dediği söylendiğinde o şöyle demiştir: “O kimse yalan söylüyor, eğer Allah’a hüsn- i zan üzere olmuş olsaydı, ameli güzel olurdu. Kul, kendisi olarak Rabb'ine dönüp nefsinin kusurlarına baktığı ve onları terkte gayret içinde olduğunda medh edilen hüsn-i zan içinde olur. O kimsenin, aldanma nedenleri ona müptela olup gaflet sebepleri sardığı, hevâ ve şehvetine daldığında, ‘Ben Allah’a hüsn-i zan üzereyim.’ demesi işte bu zemmedilen bir durumdur.”



Bazıları şöyle der: “Nefsine olan töhmetine göre, güvenin Rabbine ol­sun. Kul, tuzağından emin olunmayan ve O nun rahmetinden ümit kesme­ze yen nefsini itham ederek Rabbine güven içerisinde olması gerekir.”



Hz. Peygamber (s.a.) duasında: "(Allahım) tuzağından beni emin kılma, rahmetinden de ümidimi kesme.’’buyurmaktadır.



Allah Teâlâ şöyle buyuruyor: “Ziyana (Hüsrana) uğrayan kavimden baş­kası Allahın tuzağından emin olamaz,”“Sapılmışlardan başka kim Rabbi- nin rahmetinden ümidini keser. ”



Allah’a hüsn-i zannın nihayete erdiren kimse O’nun rahmetinden ümit  keserek günahlara alışır. Nitekim Hz. Peygamber (s.a;) şöyle buyurmakta­dır: “Gerçekten akıllı kişi, nefsine hâkim olan ve ölüm sonrası için çalışandır.



Bilmiş ol ki, Allah’a hüsn-i zan içerisinde olmak recâ hâlinin kuvvetiy­le ilgilidir. Çünkü kulun recâsı tamam olduğunda zan güzel olmaktadır. Hadis-i kudside: “Ben, kulumun zanm üzereyim artık beni dilediği gibi düşünsün.“ şeklindeki Allah’ın sözüne gelince, burada melik kulluğa değil, ubûdiyyet ile gerçekleşen kulluğa işaret edilmiştir. Bu hususiyetleri Allah, kişinin nefsine değil, muhtelif âyet ve haberlerde ancak müminlere izafe et­miştir. Çünkü Allah Teâlâ şöyle buyuruyor: “Muhakkak ki Benim kullarım üzerinde senin bir sultan (gücün, yaptırımın) yoktur.”“(Bu,) Allahınhas kullarının içtikleri ve akıttıkça akıttıkları bir pınardır.



Âyetlerde Allah Teâlâ, tâatinde ihlâslı olan velilerini kastetmiştir. O’na tâatte, ibadette kusurlu ve Allah’tan beklenti olan kimseye gelince, bu durumda olan kimse ‘Ben Allah’a hüsn-i zan üzereyim’ der. Bu husus, kulu bir şeye has kılma yönüyle onların vasfettikleri şeylerin cümlesinden değildir. Bu yüzden kul aldanmaya düşmemesi gerekir. Bundan do­layı Hz. Peygamber (s.a.) ‘Beni zan etsin (düşünsün)’ demiştir. Ahmak bir şeye itimat eder, (bunun yanında) Allah’tan beklenti içerisinde olur.



Kim Allah'ın emamına itimad ederse, Hz. Peygamberin(s.â.v) hadisindeki‘dilediği şeyleri’ ifadesinde belirttiği gibi, seçtiği kulları olarak vasıflarını açıkladığı muhlis ve seçkin kulları içerisine girer. Hadiste ihtisas (bir şeye has kılma, kastetme) ve Hz. Peygamberin 'Artık beni dilediği gibi düşünsün!” ' ifadesinde terhîb (sevdirme) ve terğîb (korkutma) vardır. Yani afv, rahmet ve keremden benim hakkımda dilediğini zannetsin. Çünkü ben buna layı­ğını, Bir şeyler vermek ne benden bir şey eksiltir, ne de vermemekte bana bir zarar verir. Ne ibadetler bana bir fazlalık sağlar, ne de mâsiyetler bana bir kusur meydana getirir. Böylece bunların Allah’a hüsn-i hususunda zik­rettiklerimiz yöne (veçhe) hamledilmesi ortaya çıktı.

İbn Furek - Tasavvuf Istılahları

(Türkiye Yazma Eserler Başkanlığı)
Devamını Oku »

Cud ve Seha (Cömertlik)



Cud ve Seha (Cömertlik)

Hâris el-Muhâsibî ye sehânın (cömertlik) mânası suâl edildiğinde o şöyle demiştir: “Cömertlik birkaç şekilde olur: Dünyada cömertlik, dinde (ahirette)cömertlik.



Dünyada cömertlik, vermek, harcamak, îsar (başkasını kendine tercih etmek), insanin kendisinin iyilik ve kolaylılık sahibi olmasıdır. Allah Teâlâ buyuruyor ki: Kim nefsinin cimriliğinden korunursa işte onlar kurtulup erenlerdir.”



“Dünyadaki cömertliğin alâmetleri nelerdir?” diye sorulduğunda o şöyle demiştir “(Malları) Depolamayı terk etmek, malların toplanmasına buğz etmek ve bir şey istediğinde ihvana vermeyi taahhüt etmektir.” “Kardeşin isteme anında cömertliğin alâmeti nasıl olur?” denildiğinde O: “Kalbi se­vinçle beraber, hızlı ve süratli şekilde cömert olmaktır, (isteyene istediğini hemen vermesidir) Bununla o kimse; isteyenin istemesinin vermekten daha faziletli olduğunu anlar. Nitekim Mutarrıf b. Abdi İlah eş-Şıhhîr bir şiirinde şöyle der;



Ölçüp tarttığın birşeyi vermek ile istemek söz konusu olduğunda,

Vermenin her türlüsü hafif kalır, istemek ağır basar

Var gücünle imtihan edilirsen istemeye

Sarf et bütün çabanı, cömert ve Kerîm olandan istemeye



Çünkü bu durumda istemeden verirsin ve isteyeni isteme sıkıntısından kurtarırsın.2



Yine bir hikmet sahibinin söylediği gibi:

Yiğit (fetâ) malından hali olur da

Murûetten (erdemden) hâlî olmaz.





Mutarrif(b. Şıhhır) dostlarına: Sizden birisi benden ihtiyacı için bir şey isteyeceği zaman onu bir kâğıda yazıp bana ulaştırsın, çünkü ben onun yüzünde isteme zilletini görmekten hoşlanmam” demiştir.



'‘Dinde olan cömertliğe gelince: Din uğruna telef etmek süretiyle nef­sine cömert davranman, Allah için canını fedâ etmek ve kanını akıtmak suretiyle kalbine cömert davranman gibi. Sevaba ihtiyacı olsa da, böyle yapmakla dünya ve ahret için sevap elde etmek kastedilmez. Çünkü böy­le kimsenin kalbinde galip olan, ihtiyarı Allah’a bırakması sebebiyle kâmil cömertliğin güzelliğidir. Böylece nefsin için ihtiyar ettiğin şey güzel olmasa da, bunu sana yönelerek yapmış olur.



Nitekim âbidlerin birinden rivayet edilir ki: Seferlerinin birinde asha­bıyla birlikte otururken Hayyân b. Hilal’le karşılaşılır ve denir ki: “Aranızda Hayyân var mı ona bir mesele sorayım?” Oradakiler ona Hayyân ı işaret ederek “İstediğini sor.” derler. Kadın: “Sana göre cömertlik ne demektir?* diye sorar, Hayyân da: “İsteyerek vermek ve başkasını kendine tercih et­mektir.” diye cevap verir. Tekrar o kişi: “Dinde cömertlik nedir?” der, Hay­yân: “Zorlama olmadan nefisinin cömertlik hâliyle Allah’a ibadet etmen­dir.” Cevabını verir. “Bunun karşılığında ecir istiyor musunuz?” dediğinde orada bulunanlar şöyle derler: “Evet. Çünkü Allah Teâlâ bir iyiliğe karşılık on mislini vaat etmiştir.” O kişi şöyle demiştir: “Bir tane verdiniz, on tane aldınız hangi şeyle cömertlik yapmış oldunuz?’’ Bunun üzerine orada bulu­nanlar o kişiye şöyle dediler: “Sana göre cömertlik nedir?” O kişi şöyle dedi: “Bana göre cömertlik, karşılığında hiçbir ecir istemeden, zorlama olmadan, tâatıyla lezzetlenmiş ve nimetlerinden nimetlerim iş olarak Allah’a ibadet etmenizdir. Allah Teâlâ’nın kalplerinize vakıf olmasından hayâ etmez misiniz? Böyle yapmakla bir şeye karşılık bir şey istendiği bilinir. Bu ise dinde çirkin bir şeydir ”



Bir kadın âbidden nakledildiğine göre, onların bazısı diğer ibadet eden­lerin bir kısmıyla ilgili: “Cömertliğin sadece dinar ve dirhemle olacağını mı zannediyorsunuz? Sana göre cömertlik nedir?” dediğinde o kişi şöyle demiştir. “Cömertlik, Allah için nefislerin feda edilmesidir.”



Bir grup cûd ile sehâ arasını ayırmış ve şöyle demişlerdir: Allah Teâlâ cevâd (cömert, nimet ve ihsânı bol olan) diye vasıflanır, fakat sahi (cömert) diye vasıflanamaz.



Bazıları da der ki: Allah sahi diye vasıflanamaz çünkü bu kelime verimli, yumuşak toprak mânasına gelen bir kelimeden alınmıştır.



Ebû Bekir İbnFurekde şöyle der (müellif): “Allah Teâlâ sahi (cömert) diye vasıflanamaz, görüşü bize göre hatadır. Çünkü tevkîfîlik (Allah’ın bil­dirmesiyle olan durum) bu isim hakkında vârid olmamıştır. Allah’ın isim­leri sadece tevkifi olarak alınır, bilinir.”



’ Zünnûn el-Mısrî’den rivayet edildiğine göre o şöyle demiştir: “Cömert­liğin başlangıcı ve nihayeti vardır. Başlangıcı, elinde olan her şeyi isteyerek vermede nefsinin cömert olmasıdır. Nihayeti ise, insanların elindekiler hu­susunda nefsinin cömert olmasıdır. Bu, bir sözünde başkasına cömertliği, ‘Dünyanın yenmesine aldırmamaktır’ diyen kimsenin sözünün mânasıdır. Sehânın aslı cömertliktir, insana gelen şeyin temiz olarak gelmesidir. Ver­mek ona zor gelip ve onu çok görmediği zaman, bazen (malını) veren cimri, cimri olan cömert olabilir. Bu sebeple ashabımız şöyle demiştir; “ Verme fiili gerçekleşmese bile Allah Teâlâ her zaman cömerttir (cevâddır). Zira verme bir fiildir. Allah Teâlâyı cömert (cevâd) olması sebebiyle böyle vasfetmesinin mânası ise, vermenin O’na zor gelmemesindendir.”

İbn Furek - Tasavvuf Istılahları

(Türkiye Yazma Eserler Başkanlığı)
Devamını Oku »

Takva'nın Manası

Takva'nın Manası



Bazıları şöyle der; “Takva, Allah’ın evliyasının sıfatlarının ilkidir. Takva, velilerin sıfatlarının ve niteliklerinin temeli, onların en yukarıda olanıdır.Bununda ötesinde takvâ bütün sıfatların içinde bulunur. Onunla diğer sıfatlar ıslah olur. Allah takvâyı velilerin sıfatlarının ve niteliklerinin başlangı­cı yapmış ve Kitabı’na (Kurana) bununla başlamıştır: “Elif, lâm, mim. işte bu kitap ki, bunda bir şekk yoktur. Muttakîler için bir yol göstericidir." Sonra onların sıfatlarını zikretti ve şöyle buyurmaktadır: “Onlar, gaybe inanırlar, namazı kılarlar, kendilerine verdiğimiz rızıktan yerli yerince sarf ederler. ”



Bazı kimseler şöyle demiştir: “Takvanın mânası, sırların haram ve şüphe­li şeylerden imtinasıdır. Sırrı kabullenip ona boyun eğdiğinde bu hâl onu, güzel (tayyibât) ve helâl olan şeyleri terke çağırır. Bu hâl devam ettiğinde onu (onu Allah’tan alıkoyan) alakaların terkinde dikkate sevk eder. Hatta nazarın (bakışın) alaka cihetine doğru olduğunda bunu ondan sakındırır.Böylece onu Allah’tan alıkoyan her şeyden korur ve onu herkesin Rabbine çağırır. Nihayetinde bunların hepsinde bu hâl benimsendiğinde ve bütün alakalardan kesildiğinde, izzet-i nefis cihetiyle Hakk’a nazarına ona engel olur.Takvâ hem ilk hem de son makamdır, takvâ hem ilk hem de son nefes­tir. Hatta insan Hakk’ı sırrı ile mülahaza etse, onu takvâ kurtarır ve tefrîd (birleme) lisanı ile de şöyle der: “aman hâl aman!” Nitekim bu hususu şair şiirinde şöyle dile getirmiştir:



Ne zaman seni ansam lanetler beni sırrım,

Zikrim, derdim lânetler beni seni andığım zaman

Sanki senden bir gözcü seslenip durur bana

Sakın ha! sakın yâd etmekten, âmân!



Bazıları da şöyle den “Takvâ, Mevlâ'nın evliya ve csfiyâ kullarının kalp­lerindeki rakibidir (gözetleyicisidir). Onları derecelerini yükseltmeleri hususundu teşvik eder ve (oldukları) makamlarda durmamaya sevk eder. Takvâ, onları bir an terk etmez, onlarda yerleşir, hatta onlarla Hakk a yü­rür, Kuşun bulundukları yuvada bir an kalmaları (gibi) (onların takvâdan ayrılmalarına bir an bile) mühlet vermez.”



Bil ki; takvâ, korunmaktır. Korumak mânasına gelen Arapça Vikâye’ kökünden alınmıştır. Bu da kulun nefsini kendisi İçin bir korumasıdır. Bu durumda o, dünyada rahata ulaşmak için hevâsından uzaklaşır ve yaşadığı anda takvayı kendine takdir eder.



Bazıları şöyle der: “Takvânın üç derecesi vardır: İlki, söz ve akit olarak Allah’a şirk, inkâr etme ve nifakla ilgili olan takvâ. İşte bu hidayetin ilk kapısıdır. Kul haramların hepsinden korunursa, velayet ehlinden olur. Tak- vâsıyia (haramlardan) korunursa onun işi gaye ve sonuç olarak hâsıl olur.”



Haris el-Muhâsibî’yetakvâ ve mânasısuâl edildiğinde o şöyle demiştir: “Takva kelimesi bir isimdir. İsim olarak onun için takdir edilen bir mâna vardır ki, o da Arapça korku mânasına gelen ‘havf’ kelimesinden türetilmiş­tir. Bu durumda takvâ kelimesinin mânası, kalbin, zahirî ve bâtınî uzuvla­rın Allah’ın nehyettiği şeylerden emrettiği şeylere intikal etmesidir. Allah Teâlâ şöyle buyuruyor: “Allahtan korkanlar, elbette cennetlerde ve pınarların başındadırlar."11Muttakîler ise muhakkak ki, bir emin makamdadırlar.’’



Bir grup şöyle der: “Muttakîler (Takvâ sahibi kimseler) şirkten kaçman kimselerdir.”



Bir grup şöyle demiştir: “Muttakîler (Takvâ sahibi kimseler) amellerini, kalplerini ve uzuvlarını riyâ, gösteriş ve kendini beğenme afetlerden koruyan, bunlardan sakınan ve bâtıla çağıran sebeplerden uzaklaşan kimselerdir.’’



İbn Furek - Tasavvuf Istılahları

(Türkiye Yazma Eserler Başkanlığı)
Devamını Oku »

Fütüvvet,Murûet,Güzel ve Kötü Ahlak

Fütüvvet,Murûet,Güzel ve Kötü Ahlak

"Bazıları şöyle dediler: “Fütüvvet, fiil ve ahlâk olarak başkasının isteğini kendi hevâsına tercih etmektir.*



Bazıları da şöyle dedi: “Kulun fütüvvetteki doğruluğu üç yerdedir: Bi­rincisi, O’nun emir ve nehyini güzel şekilde yapmak ve güzel şekilde bi­tirmekte. İkincisi, bir işi güzel bir şekilde yaparken ahlâkında. Üçüncüsü, güzel bir şekilde itaat ve boyun eğerken hikmetinde ve tedbirinde.”



Bazıları şöyle demiştir: “Dinin aslı, murûet (insâniyet, erdem) ve sıyâ- net üzerine bina edilmiştir. Murûet, ‘’Biz sizi Allah rızâsı için doyuruyo­ruz.’’âyet-i kerimesinde beyân edilendir.



Bazıları şöyle dedi: “Murûet, rahatsız olmaman ve şikâyet etmemen, ezi­yet etmemen ve eziyet duymamandır.”



Fütüvvet üç şeyle olur. Doğruluk (sıdk), sabır ve cesaret. Allah Teâlâ, bu üç hasleti kendilerinde topladıkları için Ashâb-ı Kehf “fitye” diye isimlen­dirmiştir.



Diğerleri şöyle demişlerdir: “Murûet, açığa çıktığında utanılacak şeyin içinde de bulunmamasıdır.”



Başkaları da şöyle demiştir: Allah Teâlâ murûeti bu âyette toplamıştır “Sen af yolunu tut, iyiliği emret ve bilgisizlerden yüz çevir.



Birisi şöyle demiştin “Kişinin din ve dünya işlerinin dayanağı (medarı) iki şey üzerinedir: Gerçekleştirdiği dindarlık ve şahsiyetiyle doğruladığı murûet” Sözlerine şöyle devam etmiştir: “Arifin sermayesi, halkın sevgisini kazanmak­tır. Hz. Peygamber in (s.a.) şöyle dediği rivayet edilmiştir: “Aklın sermayesi, Allaha imanla beraber insanlara olan sevgidir. ‘’ Kimin böyle bir sevgiden nasibi yoksa, akıldan da nasibi yoktur. O bu hâliyle zaten akılını da kaybet­miştir” “Bu sevginin şartları nelerdir?” diye suâl edildiğinde şöyle demiştir;“Asgari şartı insanlara insanları idare etmektir/insanlarla iyi geçinmektir ve bu da Hz. Peygamberden (s.a.) rivayet edildiği üzere bir ibadettir. Hz. Pey­gamber (s.a.) şöyle buyurmuştur: “Farzları yerine getirmekle emrolunduğum gibi imanları idare etmekle emrolundum.” İnsanlara iyi davranmanın' aşırı boyutu “müdâhene”dir. Müdâhene, içine yağcılığın girdiği, karıştığı bir idare etme yöntemidir. Allah Teâlâ, insanları idare etmeye, onlarla iyi ge­çinmeye şu âyet-i kerîmede işaret edilmektedir: ‘Kötülüğü daha güzel olan bir şey ile defet.’



Bazıları şöyle demiştir “Kötü ahlâkın temeli, insanın kendinin başkala­rı rina uymasını istemeksizin başkalarının kendisine uymasını beklemesidir. Kötü ahlâkın alâmeti ise; kötü ahlâk sahibine kötü ahlâki setretmek gaye­siyle (iyi) muameleye tahammül edememendir. Bu da “Af ve kolaylık yolunu tut ve iyiliği emret.’’âyetininmânasıdır.



Bazıları şöyle demiştir: “Arif, nefsini ayıplar, mîzâcınıayıplamaz. Nefsini ayıplayan kimsenin alâmeti, mizacından bizar olmamasıdır.”



Bazıları şöyle demiştir: “Kötü ahlâkın esası, kalb darlığıdır. Kalb darlığı ise iki kısımdır: En aşağı ve en kolay olanı, halkın murâdınınkalbde yer bulamaması, en ilerisi ve en şerli olanı da kalbde Mevlâ'nın muradına yer olmamasıdır.”



Bazıları şöyle dedi: “Allah kalblere vakıf olmuş ve iki şey istemiştir: Al­lah’ı zikretmek ve yaratılmışlara yumuşak davranmak. Diğer azalardan da şu iki şeyi istemiştir; Allah’ı tazim (yüceltme) ve insanlara şefkat’’



Hz. Aişe (r.anhâ) şöyle demiştir. “Ne muhteşem şeydir takva! Kalbinde garazı olana bu garazı giderme fırsatı vermez.”

Bazıları şöyle der; “Kişiliğin kemal mertebesi, kulluğun kemâl olmasın­dan ibarettir”



Bazıları şöyle demişlerdir: "Güzel ahlâkın en üst derecesi, zirvesi, kassarın (yıkayıcı) ecrini zayi etmemendir. Yani sana karşı gelen, sana kötü söz söyleyen ve sana düşmanca davranan kişi senin kirini ve pisliğini yıkayan kassar gibidir. Eğer sen, onun bu kötü davranışına karşılık verirsen ecir ye sevabı yok edersin.”



“Cömertlik, kişiliğin kemâl mertebesine ulaşmasının şartlarındandır. Cömertliğin mertebeleri de üçtür: Birincisi, sahip olmadığın şeyler husu­sunda kötü tamahkârlıktan uzak durmaktır. İkincisi, sahip olduğu şeylerde zafer sarhoşluğundan uzak durmaktır. Üçüncüsü, sana elem veren kişiye ihsanda bulunma derecesine yükselmektir.”

İbn Furek - Tasavvuf Istılahları

(Türkiye Yazma Eserler Başkanlığı)
Devamını Oku »

Akıl, Manası Ve Akıllı Kimsenin Sıfatı



İbn Furek

Hâris el-Muhâsibiye aklın mânasından sorulunca o şöyle dedi: “İnsanlar bu konuda ihtilâf etmişlerdir, ancak bana göre bunun cevabı şöyledir: Akıl,Allah’ın insanların kalplerine yerleştirdiği basiret nurlarıdır. Kul o nurlarla  hak ile batılı, kalbine gelen bütün hatıratı, düşmanının hilelerini, nefsinin vesveselerini ve gözetimi altında kulluk yaptıklarını birbirinden ayırır.” O’na denildi ki “-Allah sana rahmet eylesin.- Anlatır mısın bize: Akıllar her isteye­nin kazanarak elde ettiği şey midir? Yoksa akıllar Allah vergisi midir?” Şöyle cevap verdi: “Bilakis akıllar Allah’ın kalplere yerleştirdiği mevhibelerdir.”



Bu mânayı ifade için: “Kalpler Allah (vasıtası) ile akl etti.” denilir. Yani,O’nun bağışladıklarıyla doğrunun en güzelini kavradı. Böylece hakka ve hay­ra yöneldi. Sonra sözüne şöyle devam etti: “Bil ki, akıl tecessüm etmiş bir cisim veya insanın hissedebileceği bir duygu değildir. Fakat sözün doğruluk veya yanlışlığı hakkında bir varlığı gösteren bir sıfattır. Eğer kişinin dilinde  doğru bulunursa ise bu onun aklını gösterir, ama eğer kişinin dilinde hata görülür ise bu da onun ahmaklığını gösterir.



Yine ona şöyle denildi: “Akıl artıp eksilir mi, ya da o artmayıp eksilmeyip sabit bir şekilde yerinde mi durur?” O da şöyle dedi: “Akıl iki türlüdür: Garîzı (insana doğuştan verilen) akıl ve tecrübî akıl. Garizî akıl ile tecrübeler elde  edilir. Tekrar ona şöyle denildi: Peki bu durumda biz o kimseyi nasıl akıllı ola­rak isimlendirebiliriz? Şöyle cevap verdi:“Allah’tan gelenleri kavrayabilmesiyle ” Zîrâ hadiste de böyle buyrulmuştur; “Allah'tan geleni kavrayın, anlayın.”’



Mücâhid, “O’nu, idrak eden kulaklar ve idrak sahibi kulaklar onu idrak mm etsin diye”âyet-i kerîmesi hakkında şöyle dedi: Yani kavrayışım Allah'tan  alan kulaklar. Hz. Peygamberden (s.a.) de şöyle rivayet edilmiştir: “İnsanın  keremi dinidir, murûeti aklıdır, asaleti ise ahlâkıdır.” Yine Mücâhid -Allah ondan razı olsun- şöyle demiştir: “Allah bir kimseye akıl tevdi ettiyse, onu (nasip ettiği) akılla kurtuluşa eriştirir.”



Katâde şöyle elemiştir: “Adam üç kısımdır: (Kâmil) adam, yarım adam ve hiç bir şey sayılmayan kimse. (Kâmil) adamın aldı ve görüşü vardır ve bundan istifâde eder. Yarım adam, ulemaya ve akil sahiplerine danışan kim­sedir. Adam sayılmayanın ise, ne aklı vardır ne de âlim ve akıllılarla istişare eder.*



Bir adam İbn Abbâs’a -Allah ondan razı olsun-: “Aklın başı nedir?” diye sordu. İbn Abbâs şöyle dedi: “Kişinin, tarafından zulme maruz kaldığı kim­seye kimseye yumuşak davranması, ondan aşağıda olan kimselere mütevâzi olması ve önce düşünüp sonra konuşmasıdır.”



Bazıları şöyle demiştir “Kendisinde bulunan en güzel şey akd olmayan kimse, kendisinde bulunan en güzel haslet sebebiyle helâk olur.”



Yahya b. Muâz er-Râzi der ki: “Akıl, cehâletin bağıdır, nefs ise özlerin en kötüsüdür.”



Ali b. EbîTâlib —Kerremellahuvecheh- şöyle demiştir: “Akıl kalpte, merhamet ciğerde, rey (görüş) ise dalaktadır.”



Vehb şöyle demiştin “Gazap ve hevâ akim iki düşmanıdır; kötülükte hu­dut tanımaz bir adamın zayıf bir kimseyi ezdiği gibi aklı kahr ederler.”



Bir başkası da şöyle demiştir: “Her ne zaman bir akıllı kişi görmüşsem illâ ki en büyük derdi âhiret idi,”



Bir diğer zat da şöyle demiştir: “Akıllılarla birlikte oturmak kalplen imar eder, ilme hayat verir.”



Rivayete göre Safvân b. Ümeyyeb. Halef övündü. Bu durum Hz. Ömer'e (r.a.) ulaştığında ona haber gönderdi (ve yanma çağırdı); Ey anası ağlayasıcane dedin sen? Safvân Hz. Ömer’den (r.a.) korkup bir şey diye­medi. Bunun özerine Hz. Ömer şöyle dedi: "“Eğer takvân varsa kıymetli ve değerlisin, eğer aldın varsa asalet sahibisin, eğer güzel ahlâkın varsa murûet erbabısın, eğer bunlar yoksa şen köpekten daha şerlisin.’



Hz. Hasan şöyle dedi: “Çobanın güttüğü koyun senden daha akıllıdır Çünkü küçük bir çocuk (sabi) onu hevâsından engeller, peki sen Rabbinin nasihatiyle hevândan uzak durur musun?



Şair şöyle der:



Rahman olan Allah kişilere aklı taksim etti,

Hayır olan şeylerden akla yaklaşacak hiçbir şey yoktur,

insanlar içinde erdemli kişiyi aklının sıhhati aydınlatır.

Akılla kazanç elde etmek onun için uzak olsa da.

---------------------

İbn Furek - Tasavvuf Istılahları

(Türkiye Yazma Eserler Başkanlığı)
Devamını Oku »

Hayâ, Murakabe ve Güzel Ahlâk

Hayâ, Murakabe ve Güzel Ahlâk

Haris el-Muhâsibî’ye murakabenin başı nedir diye sorulunca o şöyle dedi: “Murâkabe, kalbin Rabbin yakınlığını bilmesidir.” Hayâdan sorulunca da: “Allah Teâlanın ona muttali olması sebebiyle içine kapanmasıdır” dedi. Ona: “Bu konudan biraz daha bahset” dediğimde “Geniş ve huzurluyken kalbin delinmesidir.” dedi.



Bu konuda onun başka bir cevabı daha vardır. O da: “Allah’tan hayâ etmenin mânası, Allah’ın razı olmadığı bütün değersiz varlıklardan kaçınmaktır” dedi. Bunun üzerine ben de ‘Peki Allah’tan hayâ edenin alâmeti nedir?’ dedim, o da: “Kişinin, hayâ edilecek mekânlarda görülmemesidir.” dedi.



Hâris el-Muhâsibî’ye hayâyı güçlendirip kıymetini artıran şeyin ne ol­duğu sorulduğunda şöyle cevap verdi: “Kalbin, şükrünün azlığı ve yeter­sizliğine rağmen Allah'ın nimetlerinin üzerindeki tezâhürlerini bilmesidir.”



Onun bu konuda başka bir cevabı daha vardır ki o da şudur “(Kıyamet gününde sorulacak) suâlbilgisini kalbin bilmesi ve yarın (kıyamette) Allah’ın huzurunda zerre kadar şeyden bile suâlolunacağına vakıf olmasıdır.” Bunun üzerine ben de O’na “Bu konuda bana daha fazla bilgi ver” dedim. O da: “Hayânın kıymetini artırıp kuvvetlendiren şey, senin her türlü hâl ve hareketinde Allah’ın gördüğünü ve O’nun gözetimi altında olduğunu, senin hiçbir hareket ve sükûnetinin O’na gizli kalmayacağını bilmendir” dedi. Bunun üzerine O’na: “Peki Rabbinden haya edenin kalbinde galip olan durum nedir?” denilince şöyle dedi: “O’nu görme perdesi baştan aşağıya kapatılmışken onu cezalandırmaya muktedir olduğu hâlde, gören kimsenin  rüyetini tazim etmektir.‘Onun görünen zahir alâmeti nedir dediğimde: “Âzâların” dedi.



Ebû Bekir (ta.) Allah’a olan hayâsında ötürü yüzünü peçe ile örtmeden helâya girmezdi.

Mâlik b. Dinar şöyle demiştir: "Helaya çok girmem sebebiyle Allah’tan hayâ ettim ve rızkımın çakıl taşı olmasını ölene kadar da onu emmeyi istedim.” Ona dedim ki: "Ruhsat hâlinde şüphelilere el uzatırlar mı?” Dedi ki: “Subhânallah! Ey genç,ey genç (Sen ne diyorsun) Onlar mübâhın fazlasına el uzatmakta bile Allah’tan hayâ ediyorken şüphelilere nasıl el uzatsınlar?” Ben ona: Bana hayâ sahibinin görünen ahlâkı hakkında biraz daha bilgi verir misin?” dedim. O da dedi ki: “O Allah’a karşı hayasından dolayı yürürken başım örterdi. İşte bu zat Atâ es-Sülemî idi.”



Bir kimseye denildi ki: “Niçin mescidin içinde namaz kılmıyorsun?” O da dedi ki: “Ben Allah’a isyan etmiş bir vaziyette iken O’nun evine gir­mekten hayâ ederim. Bu kimse sabah akşam Allah’ın sevmediklerinden ve nehyettiklerinden kendisini garanti altına alacak bir azası bulunmaz bir vaziyette akşamlayıp sabahlayan kimseye benzer ki, böylesi bir kimsenin bütün fiilleri isabetlidir, görüş ve yaşantısı rızâ-yı İlâhîye uygundur, Allah’la irtibatı çoktur, ilmi geniştir, hilmi büyüktür, düşüncesi bol, tefekkürü çoktur, ahlâkı zariftir.”



Kendisine ahlâkın zarif olmasının mânası sorulunca o şöyle dedi: “Cömertlik ve sehavete devam etmekle birlikte şüphe ahlâkını terk etmektir. Böyle bir kimsenin ahlâkı temiz, düşünceleri saf, kalbine korku ve hüzün hâkim olmalı ki, böylece o bununla ancak O’nunla huzura eren ve O’na itaate meyi eden hâlin değerine işaret eder.”



Haris el-Muhâsibî’ye hayâyı çirkinleştirip zayıflatan şey nedir?’ diye sorulunca o cevap olarak şöyle dedi: “Ruhların arzu ve isteklere yönlendirilmesidir.” Nitekim Hakim de bu konuda şöyle demiştir. “0’nu murâd edenler, O’nun onların ruhlarım O’nun dışındaki şeylere (mâsivâya) yönlendirir bir hâl üzere görmesinden hayâ ederler.” Bunun üzerine ona: “Peki şüpheli işler nelerdir?” diye sorulunca o şöyle cevap verdi: “Hırs çokluğu, himmet ve gayret kaybı, ruhsatla amel ederek yokluğu zarar vermeyecek şeyleri edinmek, tul-i emel, fakirlik; korkusu ve şükrün zâyi edilmesidir.”

İbn Furek - Tasavvuf Istılahları

(Türkiye Yazma Eserler Başkanlığı)
Devamını Oku »