“Yalnız sana kulluk ederiz” Anlamı
“Yalnız sana kulluk ederiz” meâlindeki İlâhî beyan iki mânaya alınabilir. Birincisi tevhiddir. İbn Abbas’ın (r.a.) «Kur’an’da yer alan bütün ibadet kavramları tevhid mânasına gelir» dediği rivayet edilmiştir. Diğer mâna ise buradaki ibadetin Allah’a kulluk edilmesine vesile olan her türlü taatten ibaret olmasıdır. Sözü edilen iki mâna son tahlilde aynı noktada toplanır. Çünkü kulun bütün ibadetlerinde Allah’ı tek mâbud olarak tanıması ve hiçbir kimseyi O’na ortak koşmayıp kulluk görevini Allah’a has ve münhasır kılması gerekmektedir. Böylece kul hem ibadette hem de diğer bütün dinî davranışlarında tevhid ilkesini uygulamış olur.
Yapılan bu yoruma bağlı olarak müminin ümidini, korkusunu ve yerine getirilmesini istediği bütün ihtiyaçlarım yaratıklardan uzaklaştırıp Allah Teâlâ’ya arzetmesi gerekmektedir. Bunun bir delili de şudur: “Ey insanlar! Allah’a muhtaç olan sîzsiniz. Allah ise kimseye muhtaç değildir ve övülmeye lâyık olan yegâne varlık O’dur.” Bu açıdan bakıldığında mümin Allah’tan başkasına gerçek mânada ümit bağlamaz ve ihtiyaçlarını ona arzetmez. Yine mümin herhangi bir yaratıktan, sadece Cenâb-ı Hakk’ın takdir ettiği belâlardan birinin kendisine gelmesine O’nun tarafından sebep kılınması açısından korkar: evet, bu durumda ondan endişe eder. Ya da mümin Allah'ın kendisine lütfedeceği bir nimetine kulunu vesile kılmasını umar, bundan ötürü beklenti içinde bulunur ama kul bu davranışıyla hak yoldan sapmış olmaz. Sonuç olarak tasvir edilenbhu davranışlar çerçevesinde günahın bütün çeşitlerinden Allah'a sığınına «e bütün iyilik türlerine ulaşmayı O’ndan isteme durumu ortaya çıkar.
“Ve yalnız senden yardım dileriz.“ Bu İlâhî beyan insanın din ve diaya ile ilgili bütün ihtiyaçlarını yerine getirmesi konusunda Allah Teâala'dan yardım dilemeyi ifade eder. Ayrıca bu İlâhi kelâmın “Yalnız sana kulluk ederiz’’ ifadesiyle oluşan Allah’a sığınmanın ardından, emrettiği kişinin yerine getirmesi ve yasakladığından korunabilmesi için O’ndan yardım dileme manasına gelmesi de mümkündür. Nitekim insanlar arasındaki yaygın uygulama da aynı çizgi üzerinde seyreder. Onlar Allah’tan başarıya ulaştırmasını, yardımın esirgememesini ve dinen yasaklanan davranışlardan korumasını niyaz ederler. İyi kulların uygulaması hep bu yolu takip edegelmiştir. Başarıya ulaştıran sadece Allah’tır.
Burada bahis konusu edilen başarı ve yardımın Cenâb-ı Hak'tan talep edilmesi Mu’tezile anlayışına göre doğru değildir. Çünkü kulun mükellef kılındığı şeyleri yerine getirebilmesi için gerekli olan imkânlar kendisine verilmiştir. Mu‘tezile’ye göre yükümlü tutulduğu hususları yerine gerilmesi için gerekli olan imkânlardan bir tanesi bile Allah nezdinde kaldığı takdirde kulun mükellef olması caiz değildir. Dolayısıyla insanın zaten kendisine verilmiş bulunan bir şeyi istemesi İlâhî lutfü gizlemesi anlamına gelir, bu ise nimete karşı nankörlüktür. Sonuç olarak sanki Cenâb-ı Hak, nimetlerine karşı nankör davranmayı, onları gizlemeyi ve problem çıkarmak için istemeyi emretmiş gibi olur. Allah hakkında böyle bir zan taşımaksa küfürdür.
Bir de Mutezile anlayışına göre kulun talep ettiği şey Allah nezdinde bulunmuş olabilir, fakat O, tamamını kula vermemiştir; ya da bulunmaz. İkinci durumda onu istemek Cenâb-ı Hak’la alay etme anlamına gelir. Çünkü birinden kendisinde bulunmayan bir şeyi isteyen kimse yaygın telakkiye göre onunla alay etmiş sayılır. Şu da var ki insanın talep ettiği şey; a) Ya mükellef tutmakla birlikte onu kuluna vermemesi Allah için câiz olan bir şeydir; bu durumda Mu'tezile’nin telakkisi temelinden yıkılır, çünkü onlarca din açısından kul için yararlı olan bir şeye sahip olup da onu vermediği halde kişiyi mükellef tutması Allah için mümkün görülmez, b) Ya da nezdinde bulunan imkânı kuluna vermemesi Allah için câiz olmaz. Bu durumda kulun talepte bulunması “Allahım, bana haksızlık etme!” mânasına gelir. Rabbi hakkında bilgisi bundan ibaret bulunan kişiye gereken şey yeniden müslüman olmaktır. Şunu da hatırlatmak gerekir ki Allah Teâlâ'dan yardım talep eden herkes O'nun nusreti geldiği takdirde başarısız duruma düşmeyeceği ve O'nun koruması gerçekleştiğinde doğru yoldan ayrılmayacağı konusunda kesin bir kanaat ve gönül huzuru içinde olur. Ne var ki Mu‘tezile'ye göre böyle bir imkân Allah'ın katında bulunmamaktadır. Bütün güç ve kudret Allah’a aittir.
Hz. Peygamberden (s.a.), Fâtiha’nın ikiye taksim edildiğini haber veren hadiste şöyle dediği rivayet edilmiştir: “Allah, 'Bu benimle kulum arasında iki kısma ayrılmıştır' buyurur.” Bu kutsi hadis çerçevesinde Fâtiha’nın “iyyâke na'büdü” dışında kalan iki kısmından her birinin Allah'a sığınmayı hedeflemiş olması mümkündür, bu sığınma Cenâb-ı Hakk'a kulluk, O'ndan yardım isteme, ihtiyacını O'na arzetme ve o yüce varlığın ihtiyaçtan müstağni oluşunu ifade etme şeklinde gerçekleşebilir. Sözü edilen bu muhteva Allah’a yönelik senayı ve her çeşit meşrû ihtiyacı O’na sunmayı içerir.
İyyâke na'büdü âyetini teşkil eden iki kısımdan birincisinin, içerdiği ibadet ve tevhid ilkeleri sebebiyle Allah’a, “ve iyyâke neste'în” kısmının da kula ait olması da ihtimal dahilindedir, / çünkü bu ikinci kısımda kulun, Allah’ın yardımını talep etmesi ve arzusunu yerine getirmesinin temennisi vardır. Nitekim sûrenin devam eden kısmının dua üslûbuna büründürülmesi bu ihtimali güçlendirmededir. Yukarıda söz konusu edilen kutsi hadiste de azız ve çelil olan Allah “Fâtiha’nın bu kısmı kuluma aittir; kulum ne isterse kendisine verilecektir” buyurmuştur.
İmam Maturidi,Tevilatu'l Kur'andan Tercümeler,syf;16-19
Terc.Prof.Dr.Bekir Topaloğlu
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder